Sisteme Dair Bir Mülahaza

Devletlerin ve milletlerin yüzyıllardır uyguladığı idare sistemleri vardır. Çoğu zaman bir gruplandırılmaya tabi tutulup benzer nitelikte oldukları analiz edilmeye çalışılır ama hem sistemler hem de ülkeler arasında çok büyük farklılıklar ve dinamikler olduğu göz ardı edilmektedir. Bu sebeple her ülkede farklı bir siyasi kültür gelişmiştir. Bu husus göz önüne alınmadan değerlendirme yapmak sağlıksız olur.Bu günü tartışırken geçmişi görmezden gelemeyiz.
Nitekim geçtiğimiz günlerde TBMM’de kabul edilen anayasa değişikliği , referanduma gidecek olup dünyada kabul görmüş adıyla başkanlık sistemi bizdeki ismiyle Cumhurbaşkanlığı sistemi konusunda milletimiz kararını verecek .Sistemin lehinde veya aleyhinde bir çok görüş belirtenler var malum , bu görüşler ışığında kısaca bir değerlendirme yapma ihtiyacı hissettim.
Değişikliğe makul sebeplerle destek verilmesi veya karşı olunmasının üzerine yorum ve fikir yürütülmesine ihtiyacımız var. Çünkü hamaset ile destek verilmesi bir işe yaramadığı gibi sırf ideolojik saiklerle ve korku siyasetiyle karşı çıkılması da bir o kadar anlamsızdır. Sisteme karşı olanlar genelde dünya üzerinden örneklemelerden , akademik tartışmalardan yararlanırken taraftar olanlar Tanzimat’tan bu güne gelen siyasi süreç içerisinde kıyaslamalar yapıyorlar. Nitekim bende bizim geçmiş tecrübelerimizden , sistemlerimizden kaynaklı kıyaslamaların , analizlerin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Fakat şunu ifade edelim ki ülkeler laboratuvar ortamı değildir , tasarlanmış durumlara göre sonuçlar çıkmaz , bir başka ülkedeki gelişmelerin bizim ülkemizde de aynı sonucu çıkaracağını da bekleyemeyiz , bunun üzerine görüşlerimizi bina edemeyiz.
Önemli bir hususu tartışıyoruz malum tartışılacaksa bir çok soruyu sormak gerekiyor. Biz yüz yıllardır nasıl idare ediliyoruz ? Anadolu Selçuklu Devleti ile Osmanlı Devleti’nin uyguladığı mutlak monarşi ( sultanlık ) sistemi aynımıydı ? Değildi nitekim sistem Selçuklu’da devleti şehzadeler arasında taksim ediyor , bu ise istikrarsızlık ve çatışma getiriyordu. Osmanlı’da ise asla taksime izin verilmedi böylece güçlü bir merkezi idare oluştu. Sistemin aksayan yönü mutlak monarşi değil daha farklı bir unsur olan veraset sistemi idi.
Nitekim daha sonra ilk anayasamız Kanun-i Esası ve ilk meclis tecrübemizde ise padişah kabahatli bulundu , meclisin tam anlamıyla serbest olmadığı falan tartışıldı ama meclisi nüfus gücünden fazla temsil gücüne ulaşan gayrimüslim vekillerle ve Bab-ı Ali bürokratlarıyla dolduran sistem veya bu değişikliklerle padişah , meclis ve hükümet arasında herhangi bir hakemlik ve istişare mekanizması tasarlamayan anayasaya hiç suçlu bulunmadı. Çünkü meclis iyidir , anayasa iyidir , seçim iyidir , demokrasi iyidir. Ahmet Cevdet Paşa’nın çekinceleri vardı ama önemsenmedi çünkü gerici görüldü. Klişeler ile bir yere varılmaz önemli olan devletin iyi idaresi ile refah ve mutluğunun , adalet ve güvenliğinin sağlanmasıdır. Bu anayasa ile batılı anayasalar taklit edilmişse de çok önemli bir gelişime zemin hazırladığından bahsedilemez. Bizim şur’a kültürümüz , geçmiş devlet geleneği , hatta Tanzimat ile oluşan düzen dahi bu anayasaya yansımadığı gibi ille anayasa ille meclis olsun ısrarıyla görev tanımlaması olmayan bir hükümet ortaya konulmuştur. Nitekim bu sistemde daha sonra iktidara gelen parti görünümlü örgüt ise zorba bir iktidar kurmuş ve tamamen kontrolsüz uygulamalarıyla ülkeyi kısa sürede felakete sürüklemiş dünya savaşı sonrası ise ülkeyi terk edip gitmiştir. Milletin iradesi bir şekilde parlamentolara yansır esas önemli olan idarenin , hükümetin görev ve sorumluluklarının belirlenmesidir. Misal aynı dönemlerde aynı gelişmeleri yaşadığımız Japonya’da daha farklı deneyimler ve düzenlemeler olmuştur.
1924 anayasasında milletin hakimiyeti esas alındığı belirtilmiş ve gerçekten anayasanın yazılı metninden bu husus anlaşılmaktadır. Söz konusu anayasa ile basit seçim usullerine dayanan bir parlamenter sistemde öngörülmüştür.Her seçim döneminde cumhurbaşkanın yeniden kolayca seçilmesi gibi. Fakat tek partinin olduğu yerde diğer hususları konuşmak nafiledir. 1950 sonrası ise bu anayasa , çok partili sistemde de uygulanmıştır. Her ne kadar 1924 Anayasası’nın getirmiş olduğu seçim sitemi çok makul olmasa da askeri darbe ile süreç kesilmese belki bu dönem daha iyi tecrübe edilebilirdi ama maalesef gerçekleşemedi.
1961 anayasası, şunu açıkça ifade etmek gerekir ki bu anayasa Türkiye yönetilemesin diye programlanmış olup Türkiye’de parlamenter sistemi yerleşmeden veya bir daha yerleşemeyecek şekilde öldürmüş bir anayasadır. Niye ? kanun yapmayı zorlaştırmaktan başka bir işlevi olmayan senato , az sayıda oy alan bir partinin bile milletvekili çıkarabileceği böylelikle iktidar için çoğunluğun sağlanmasının pek mümkün olmadığı bir seçim sistemi , cumhurbaşkanlığı seçimi turlarının sınırsız olması , çok sayıda partiden oluşan bir siyasal hayat vb . Neticede Fahri Korutürk sonrası 80 darbesine kadar 114 tur geçmesine rağmen cumhurbaşkanı dahi seçilememiştir. Türkiye’nin koalisyonlarla tanıştığı bu dönemde çoğu zaman koalisyonlar bile kurulamamış ara rejim hükümetleri , teknokratlar hükümetleri gibi olağanüstü idareler , siyasi istikrarsızlık ve çok sayıda partiden oluşan bir siyasal hayat oluşmuştur.Türkiye 60 ve 80 yılları arasında da askeri vesayetle yönetildiğinden asker kökenli olmayan bir cumhurbaşkanı da seçilememiştir.
80 Darbesi sonrası oluşturulan 82 anayasasında da güya 61 anayasasının istikrarsızlık getirilen hükümlerine tadilat yapılarak istikrarın sağlanması ve Türkiye’nin yönetilebilir bir hale getirilmesi hedeflenmiştir. 82 anayasası da bir darbe anayasası olup darbe liderine göre dizayn edilmiştir muhakkak. Cumhurbaşkanı seçimi 4 turla sınırlandırılmış , cumhurbaşkanının yetkileri artırılmış , senato kaldırılmış , yüksek bir seçim barajı getirilmiştir vs. 10 yıl kadar bir partinin tek başına iktidara gelmesi az çok sorunların gözükmesine engel olmuş ise de sistemin köklü sorunlar taşıdığı kısa sürede görülmüştür. Bu sefer yetkili cumhurbaşkanlığının cazip gelmesi veya ilk defa sivillerin artık cumhurbaşkanı seçilebilmesi ile önemli siyasi liderler cumhurbaşkanı olmuştur. Bu durum cumhurbaşkanları ile başbakanlar arasında rekabete yol açmıştır. Ayrıca sadece cumhurbaşkanın siyasi lider olması değil teknokrat kökenli cumhurbaşkanı da denenmiş olsa da yine krizler yaşanmış ve böyle bir kriz sonucu ülkemiz ciddi bir ekonomik krize girmiştir. Cumhurbaşkanları gerek siyasi gerek teknokrat kökenli olsunlar farklı görüşten hükümetler yanında kendi partilerinden hükümetlerle bile uyum sorunları yaşamışlardır.
Seçim sistemi değiştirilip baraj konulmasına rağmen siyasi istikrar sağlanamamıştır. Ülkede çok sayıda parti kurulmuş seçimlerde garip sonuçlar çıkmıştır. 2002 seçimlerinde üç iktidar ortağı partinin hepsi bir anda baraj altında kaldığı gibi 80 darbesinden sonra tek başına uzun yıllar iktidarda kalan parti bu gün siyasi hayatına devam etmemektedir. Parlamenter sistem çokça parti ürettiği halde lider üretememiştir. Oysa başkanlık sistemi , sistemin kendi özelliği kaynaklı lider üretme potansiyeline sahiptir. 80 öncesinin parti genel başkanından ziyade lider özelliği olan siyasilerin 90’lardan sonra yeniden siyasi arenada önemli görevler alması ( Demirel ,Ecevit , Erbakan gibi ) bunun açık göstergesidir. Oysa parlamenter sistem içinde genel başkanlık durumunda kalan siyasiler Yılmaz , Çiller , Kutan gibi örnekler ise seçim başarısızlıkları yaşamışlardır.

Her ne kadar cumhurbaşkanlığı seçimi 4 turla sınırlandırılmış ve kolaylaştırılmış olmasına rağmen 2007 yılında , 367 kararı denilen bir Anayasa Mahkemesi kararı ile cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilememiştir.Nitekim sistemin her yönden tıkanması sonucu cumhurbaşkanın halkoyu ile doğrudan seçilmesi yönünde bir anayasa değişikliğini zorunlu kılmış ve bir referandum ile cumhurbaşkanını halkın seçmesi kararlaştırılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde uzun zaman sonra bir çok genel seçimde üst üste tek başına iktidara gelme başarısı sağlayan başbakan Recep Tayyip Erdoğan , 2014 yılında doğrudan halk oyu ile seçilen ilk devlet başkanı olmuştur. Anayasanın , cumhurbaşkanının bakanlar kuruluna başkanlık edebilmesine de imkan vermesi ile Türkiye fiilen yarı başkanlık sistemi ile yönetilir olmuştur.
Yazıda daha öncede belirttiğim gibi 61 anayasası sistemi parlamenter sistemi öldürmüş , 82 anayasası ve daha sonra yapılan tadilatlar da parlamenter sistemi işler hale getiren değil yeni sorunlar çıkaran düzenlemelerdir.Zaten son düzenlemeler ile de parlamenter sistemden iyice uzaklaşılmıştır.Bu sistemin belirsizlikler sebebiyle devamı hem iktidar hem muhalefet tarafından dile getirilmiş , sakıncalı bulunmuş ve referanduma gideceğimiz söz konusu anayasa değişikliği gerçekleşmiştir.
Şimdi bugünlerde sivil siyasetin çok rahat yapılabilmesi , uzun süren istikrar dönemi gibi gelişmelerle geçmiş gelişmeler unutulmaktadır. Oysa 1961 yılında bu ülkede bir başbakan idam edildi. 1961 yılında yine cumhurbaşkanı adayı olan Ali Fuat Başgil tehdit edildi ve cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçmek zorunda kaldı. Milli Güvenlik Kurulu’nun etkin olduğu dönemlerde hangi demokrasiden söz edilebilir. Genelkurmay açıklamalarının basın ve millet tarafından takip edildiği zamanları ne çabuk unuttuk. Alman milletvekillerinin Türkiye’ye gelip basın açıklamaları ile devleti suçladıklarına şahit olmadık mı ? İMF Türkiye Masası şefinin her gün ana haber bültenlerinde yer almasından rahatsız olmadık mı ? Güçlü bir hükümet ülkeyi çok iyi yönetir diye bir iddiam yok bu hükümetin becerisi ile olur ama güçlü bir hükümet daha iyi mücadele edebilir.Güçlü bir hükümet iç siyasetten ziyade dış siyaset içinde çok çok önemlidir.
Türkiye’nin bu saatten sonra bir Almanya bir İngiltere bir Japonya tipi parlamenter sisteme dönüşmesi imkansızdır. Türkiye’nin siyasal tecrübesi , siyasi hayatın akışı yıllardır parlamenter sisteme değil başkanlık sistemine doğru kaymaktadır. Türkiye’nin sembolik bir cumhurbaşkanı ve güçlü bir başbakan ve istikrarlı bir seçim sistemiyle idare edilmesini içeren bir anayasa değişikliği gerçekleştirmesi , başkanlık sistemine geçmekten daha zordur. Çünkü iyi işleyen bir parlamenter sistemde istikrarın nasıl sağlanacağı ile ilgili sağlanacak uzlaşma , yapılacak yapısal reformlar vb. hem daha karmaşık hem daha tartışmalıdır.Güçlü bir hükümet sağlanabilmesi için muhtemelen dar bölge sistemi savunulacak.Fakat bugün başkanlık sistemine karşı olanlar dar bölge sistemine de karşı olacaklardır. Temsilde adaletin çok sayıda partinin olduğu bir siyasal yaşamada daha da bozulacağı bu sistemde ikinci , üçüncü olan partilerin meclise çok az milletvekili gönderebileceği aşikardır. Dar bölge sistemi uygulanmasa , baraj düşürülse bu sefer değil iki partili , üç partili , dört partili koalisyonlar oluşabilecek ve hükümet uyumu zor sağlanacak sık sık hükümetler değişecektir.Çünkü çok parçalı siyasi partilerden oluşan bir siyasi hayatın birden değişmesi beklenemez.
Parlamenter sistem daha demokratiktir gibi bir söylemi de pek gerçekçi bulmuyorum .Partiler arasındaki keskin fikir aykırılıkları sağlıklı bir demokrasinin olduğunu göstermez , demokratik bir sistem siyasal hayatta ülkenin menfaatine ortak projelerde büyük oranda uzlaşılıp bu projeleri kimin daha iyi ve başarılı şekilde gerçekleştirilebileceği üzerinden yarışın sağlanmasıdır.Türkiye maalesef bu seviyeye bir türlü gelememiştir.Türkiye’de partiler ekonomik görüşleri temelli bir ayrımdan ziyade ideolojik olarak ayrılmışlardır. Buda Türkiye’de ki seçimlerin hep ideolojik temelli geçmesine yol açmaktadır. Bu sebeple koalisyonlar siyasi yelpazenin bir birine zıt uçlarında ki partileri bazen yan yana getirmekte ve bu durum partilerinde işini çok zorlaştırmakta ve seçmenine karşı mahcup etmektedir.Bunun siyasi tarihimizde çok örneği vardır.
Bu sebeple başkanlık sistemi sadece iktidarı değil muhalefeti de şekillendirecektir. Başkanlık sistemi daha bağımsız siyasetçilerin çıkmasına fırsat sağlayacaktır. Particilik ve ideolojik tartışmanın yerini azda olsa başkanın şahsı , kapasitesi , vaatleri , icraatçı yönü , alacaktır. Çünkü başkanlığı hedefleyenler kendine güveniyorsa halkın karşısına çıkacaktır. Çok sayıda partinin olduğu bir siyasi hayat yok olacak , her önüne gelen parti kurmayacak görünüm bu günlerden de çok farklı olmayıp 4 -5 güçlü partiye imkan tanıyacaktır. Parti içlerinde çalışmadan çabalamadan uzun süre siyaset yapma imkanı yok olacaktır. Kişi projeleri ile sistemde yer almak istiyorsa çabalamak zorunda kalacaktır. Türkiye’nin ABD tipi bir siyasetçi başkan profili göreceğini sanmıyorum , amerikan yaşam tarzından kaynaklı olarak söz konusu siyasi figürler çıkmakta olup mesela Avrupa’da bunun örneği yoktur. Hele bizim siyasi geleneğimiz ciddiyet üzerine kurulduğu için çok daha makul adayların katıldığı seçimler gerçekleşecektir.
Parti teşkilatçılığı da değişip başkanlık seçimleri sırasında aktif ve yoğun katılımın olduğu propaganda devresi önem kazanacaktır. Klasik teşkilatçılığın zayıflayacağını düşünüyorum. Parti bürokrasisinin azaldığı bir dönem olacaktır.Milletvekilleri üzerinde yerel düzeyde icraat baskısı kalkacaktır. Hükümetin halka ulaşmasında en fazla yük milletvekili olmayan siyasetçilere , bakanlara ve başkan danışmanlarına düşecektir. Taşrada hükümetin gücünü güçlü valiler , bürokratlar temsil edecek ve taleplerini dinleyecektir. Belki halkın yerel düzeyden ulusal düzeye siyasi katılımcılığı azalacak fakat bürokrasi içerisinde yer almak daha önem kazanacaktır diye düşünüyorum. Ayrıca halk bu sistemde taleplerini daha fazla dile getirebilir ve karşılık bulabilir çünkü hem başkan, üzerinde bir seçilme baskısı hissedecek hem de daha hızlı kararlar alınabilecektir.
Başkanlık sisteminin Türkiye’ye güç katacağını düşünüyorum. Tarihsel bir yorumlama ile bu sonuca ulaşıyorum. Başarılı olunursa hem içerde hem dışarıda daha fazla söz sahibi bir ülke konumuna yükseliriz. İdareyi dağınık kılan ve zayıf hükümetler dönemi sona erebilir. Çünkü şu hususu da açıkça ifade edelimki bizde serbest seçimlerin olduğu zamanlarda hiçbir zaman anayasal anlamda güçlü bir hükümet olmadı , sadece milletten aldığı oy oranıyla gücünü kullanabilen hükümetler oldu.Bu değişiklik ile ilk defa gücünü milletin yanında anayasadan da alan bir hükümet modeli denemesi yapacağız. Parlamenter sistemde yetkinin kime verildiği çok açık değildir zaten amaçta budur. Parlamenter sistemde hükümet meclisten doğsun fikri yatar. Millet seçim yapmakta seçilenler hükümeti tasarlamaktadır. Başkanlık sisteminde hiç olmazsa idareci yetkisini doğrudan milletten alınmakta ve milletin yetkiyi kime verdiği hiç olmazsa tartışmasız şekilde ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de seçilen başkanın işi muhakkak zor olacaktır. Mesela ABD başkanı çok fazla detay işlerle meşgul değildir , eyaletler ve hükümetleri bir çok yükü almaktadır. Fakat bizde ise başkanın üzerinde hem dış politika , hem bütün devlet idaresinin sorumluluğu , hem yapılacak bütün icraatlar , hem de bir siyasi olarak siyasi yaşam içerisinde mücadele etmesi ile çok yoğun bir çalışma temposu getireceği açıktır. Yoğun çalışma ortamının stres getirebileceği bazen sert siyasi tartışmalara yol açabilmesi de mümkündür. Başkanlık sisteminde , karşıt görüşten birinin başkan olması durumunda muhalif görüşten olanların tahammül gücüde azalabilir. Esas demokrasi işte burada gerekir ,seçilmiş bir idareciye süresi içerisinde demokratik yollarla ancak mücadele edilebilir ve ancak sandıkta karar verilebilir.
ABD sisteminde lobicilik vb varsa bizde de oturması gereken kültür istişare kültürüdür , görüşme kültürüdür. İstişare kültürü herhangi bir sisteme has bir usul olmayıp bütün idareciler için geçerlidir. İstişare de büyük faydalar vardır.Eğer bir idareci ne kadar çok istişare eder ve ondan sonra kararını belirlerse o kadar başarılı olur , Allah yardım eder. İstişare görüş sunanların görüşleri dinlemektir , idarecinin görüştüğü kişilerin fikirlerine uyma zorunluluğu yoktur böyle bir kıstasta olamaz fakat istişare edilmesi , görüş alınması faydalı sonuçlar ortaya çıkarır.Protest bir muhalefetinde ülkeye herhangi bir faydası olmayıp işbirliğine hazır bir muhalefette ülkede idarecilerin işlerini oldukça kolaylaştırır ve ülkenin menfaatine olur.
Velhasıl bu anayasa değişiklileri 2 ay kadar sonra oylanacak , sonuç ne çıkar bilemiyoruz , milletin iradesine başvurulduysa milletin iradesine saygı duyulması gerekir. Sistemler , gelişmeler vb tarihin akışı içerisinde sebep – sonuç ilişkileridir. Nasıl olursanız öyle idare edilirsiniz Hadis-i Şerif’i biz sade vatandaşlar için esas yol göstericidir. Bizler imanlı , inançlı olursak , bizlerin niyeti iyi olursa , bizler sabırlı , merhametli olursak , bizler ticaretimizde dürüst ve güvenilir olursak , bizler sözümüzde sebat edersek , bizler fuhşiyattan , kötülükten uzak durursak bizler vatana millete sahip çıkarsak , Cenab-ı Allah bizlerin başına hayırlı idareciler getirir.

Mehmet Emin Başalp

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT

img_4866BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT

Bizim jenerasyonumuz ilkokul çağlarında Ömer Seyfettin hikayelerini çokça okurdu çünkü sebebi eğitimcilerimiz tarafından Ömer Seyfettin’in çocuk hikayesi kitabı yazan bir hikayeci olarak düşünülmesi ve öğrencilere tavsiye edilmesi idi.

Ömer Seyfettin’in oldukça etkileyici dili , çarpıcı sahneleri ve daha da önemlisi anlaşılır sade bir üslubu vardı. Hikayelerini çocuk aklıyla o zamanlar değerlendirmem mümkün değildi bir çok hikayesini okudum belki bir defa okumuş olmakla beraber hepsi hafızamdadır. Çünkü hikayeleri travmatik etkiler bırakıyordu. Misal And hikayesi köpek , kuduz gibi kelimeler geçtiğinde bu hikaye gözümde canlanır , Mustafa’nın trajik hikayesi insanın içini burkardı. Yine Kaşağı hikayesi de bende aynı etkiyi bırakmış çocukken boğazım şişse kuşpalazı olup öleceğimi düşünürdüm. Fakat yalan söylemenin de ne kadar kötü bir şey olduğunu bana bu hikaye öğretmiştir , hala bu hikayenin etkisi altında olduğumu söyleyebilirim. Bende hastalık korkusu vardır , bu hikayelerin etkisi vardır diye düşünüyorum.

Bir Çocuk Aleko ve konusu daha ağır Bomba hikayesini o yıllarda anlayamamış olmalıyızki bu hikayeleri yıllar sonra tahlil edebildim.

Beyaz Lale ve Yalnız Efe hikayelerini ise beğenmemiştim çünkü bize intiharın büyük bir günah olduğu ailemizce benimsetildiğinden oraya odaklanmıştım.

Diyet hikayesindede insanın kolunu kesmesinin ne kadar müthiş bir acı vereceği hep hafızamda yer aldı. Pembe İncili Kaftan’da elçilik dönüşü mağdur olmuş Muhsin Çelebi’ye üzülürdüm. Üç Nasihat hikayesinde bende derin iz bırakmış bir hikaye olup bilhassa bu üç nasihatten üçüncüsü olan karını kendi gitmediğin yere gönderme hususunu hala önemserim.

Velhasıl okuduğum hikayeleri çok hepsini değerlendiremeyiz. Nitekim ilkokulda beğenerek okuduğum Ömer Seyfettin kitaplarını , sonraki yıllarda korkunç ve çocukların psikolojisi bozan kitaplar olduğuna ve çocuklara asla okutulmamasına inandım bir dönem bu fikri çok savundum ama şimdilerde yumuşattım.

Hikayelerini sonra edebi ve tarihi açıdan da inceledim bu seferde Kızıl Elma Neresi gibi tarihi açıdan harika , Mermer Tezgah gibi edebi açıdan çok beğendiğim mükemmel ve okuması keyifli hikayeleri de vardı.

Sözü uzattık esas meseleye gelemedik , Ömer Seyfettin’in Başını Vermeyen Şehit hikayesi işte bizim gibi Anadolu’nun vatan , millet , tarih sevdalısı , dindar insanlarına hitap eden ölümsüz hikayesi. Çocukluğumda bir menkıbe gibi bu hikayeyi anlatırdım , Kuru Kadı gözümde abdest alırken canlanırdı.

Şehitlik bizim dinimizde büyük mertebe bu vatan nice şehitlerle fethedildi , savunuldu , şairin de dediği gibi ” şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda. ” Son günlerde ülkemizi yine içerde ve dışarda güç mücadeleler içinde görüyoruz. Belki yıllar sonra sınırlarımız dışında sıcak çatışma içindeyiz. Nice yiğitleri korkusuzca mücadele ederken görüyor ölüme gözünü kırpmadan atılmasına şahit oluyoruz. Al bayrağa sarılı tabutları gördükçe üzülüyoruz. Fakat o ruh kaybolmuş değil , bunu apaçık hissedebiliriz , bunca üzücü hadiseye rağmen diz çökmeyen , yılmayan , korkmayan , sinmeyen , tehditlere boyun eğmeyen hatta gülüp geçen bir ruh ancak bu tarihi tecrübelerden geçmiş ve bu şuuru hala yaşatan bir millette olabilir.

Gelelim hikayeye yıllar yılı savaş meydanlarında olmalarına rağmen hikaye kahramanlarından Deli Mehmet , Deli Hüsrev nişan , hil’at istemiyorlardı “fani vücuda kefen gerektir , hil’at nadanları sevindirir “diyorlardı ya bugünde inanın o ruh vardır günümüzde bu mücadeleyi 20-25 yaşındaki gençler taltif için yapmıyorlar veya sonunda şehadet var denilse bile tetiği çekip altının ortadından haini vuruyorlar.

Velhasıl cenk sırasında Deli Mehmed’in başını kesip götürürler fakat Deli Hüsrev bağrır ” Mehmedim canını verdin başını verme ” Mehmed’in cansız cesedi ayağa kalkar başını düşmandan alır ve oracığa uzanır bunu Deli Hüsrev ve Kuru Kadı görmüştür sadece.

Kuru Kadı bu olaydan etkilenir meczup hale gelir fakat Hüsrev hala eskisi gibidir , cenk akşamı dahi atını kaşağılar , türkü söyler neticede bu olaya niye şahit olduklarını Deli Hüsrev “bu şehitlik müjdesidir “diyerek Kuru Kadıya açıklamıştır. Yıllar sonra Zigetvar’ın Fethi sırasında Deli Hüsrev’in naaşı yanında ak sakallı , yeşil cübbeli ve sarıklı bir kişi daha bulunur ama kim olduğu bilinmez belki bu kişi Kuru Kadıydı şeklinde bir anlatımla hikaye biter.

Gerçekten bu hikayeyi şu günlerde yeniden düşündüm etrafımızda başını vermeyen şehitlerimiz var . Şehadet arzusu içinde gerektiğinde yaşlı haliyle cepheye koşacak Kuru Kadılar var. Ömer Seyfettin’e bir parça haksızlık ettiğimi de düşündüm , bu coğrafyada yaşayan bu milletin bunca çetin mücadelesi içinde çocukta olsa Başını Vermeyen Şehit gibi hikayeleri okuması lazım. Bizden olan , bizim dinimizden , irfanımızdan , tarihimizden süzülerek gelen hadiseler acıklıda olsa korkunçta olsa zarar vermiyor.Bu ruhu besliyor , yaşatıyor buna inanıyorum.

Oysa içimize giren nifak , kin , ihanet ve canilik ise dışarının zehirli dilleriyle geliyor ve içeriyi besliyor. Kendi milletine bomba yağdıran hainler , dindaşlarını tekfir edip silahla tarayan sözde müslümanlar , çoluk çocuk kadın demeden bomba patlatan teröristler Ömer Seyfettin okuyamazlar , onu hissedemezler.Bu ruhu bu kitaplarda hissedebilmek ise büyük bir şeref olsa gerek.

İşte bu şehadet arzusunu , vatan savunmasını Başını Vermeyen Şehit hikayesi kadar açık ifade edebilen , edebilecek kitapları , hikayeleri yeniden okuyalım , okutalım derim. 13.01.2017
Mehmet Emin Başalp

SATRANÇCI TAİFESİ

img_4720 img_4721SATRANÇCI TAİFESİ

Medyatik hocalarımız tarafından satranç oynamanın hükmü şu günlerde gündeme getirilince etrafta lehte aleyhte bir çok görüş ifade edildi.Aslında bu hususlarda erbabı bilirki yeni söylenmiş bir söz de yok. İşin dini hükmüne de girmeyeceğim bu hususta da kitaplar , hükümler , fetvalar ortadadır , anlamayan olursa da ilmine güvendiği , bildiği bir hocaya danışsın biz o işin uzmanı değiliz.Satrancı da bir ara öğrenmeye niyet ettim ama sıkıcı bulmuştum , taş isimlerini bilmekten öteye gidemedim.

Burada satranç ile ilgili ilginç bir kitapta yer alan bir pasajı paylaşacağım sadece. Paylaşım yapacağım kitap ; Risale-i Garibe . Risale-i Garibe çok ilginç bir kitaptır , arşiv nüshasında ismi olmadığı için bu şekilde adlandırılmış olup içeriği konuşma dili şeklinde yazılmış. Kitap tarihimizde de sık rastlanır bir edep kitabı , topluma edep öğretme maksatlı ama gel velakin bu kitabın öyle bir üslubu var ki , kitapta baştan sonra toplumda hatalı , kusurlu , edepsiz , ahlaksız , kötü işi , adeti , huyu olan kişi varsa kitaba alınmaya gayret edilmiş ve bu kişiler öyle bir eleştirilmiş öyle bir tahkir edilmiş , çeşit çeşit benzetmeler yapılmıştır of ki ne of.Kitabın içeriği ağır bir argo ile yazılmıştır. Bugün kullanılan argonun , Osmanlı’da halkın 16. veya 17. yy ‘da kullandığı argo ile de benzer olduğu , hatta o yıllarda ki argonun daha zengin olduğunu görüncede şaşıracaksınız.Kitabın üslubu ile bir kısım paylaşacağım gayrısını siz düşünün ama kitabı burada ne kadar anlatsam yetersiz , siz siz olun mutlaka okuyun derim .

Kitabın üslubuna dair oldukça edepli kısmından bir pasaj paylaşıyorum sadece fikir versin deyu “…. ve kış günleri Ok meydanına seyre giden mecnun p.zevenler ve yaz günleri Kağıdhane’ye karısile ve cariyesiyle bez çırpmağa varan k.doşlar ; ve avratile ve cariyesiyle ile ketan almağa bile gidenler ; bir eline çocuğun bir eline bohca olup hammam kapusına varan d.yyuslar … ” gibi kitabın içinde bu kısımdan daha ağır ve argo içerir çokça bölüm vardır.

Neyse bizim bu kitapta esas paylaşmak istediğimiz kısım satranç ile ilgili olan kısımlar , bakalım kitabı yazan satranç ile ilgili neler döktürmüş 🙂 Yazarımız satranç oynayanlara da iyi gözle bakmamış olacak ki onları da es geçmemiş almış kitabına.

” ve hergün beş vakitte abdest ibriği ile görüşmeyüp sovuk havada soyunup güreş tutan eşekler , ve ok atmağa talim edemeyüp cirid oynamağa mail olan hoyradlar ve okumağa mukayyed olamayup da tavla ve satranç ve mankala oynayan mel’unlar… ”

” .. ve sakalın dişile akın yolup kızılbaş bıyığına benzeden Rafıziler ve satranç babında Leclac geçinüp beşer kerre yenilen yadigarlar ”

Leclac , satranç oyununu bulan kimse diye bilinir , yadigarda halk dilinde baş belası , musallat anlamına gelmekte olup , yazarımız etrafta satrançın mucidi gibi geçinip beşer kere yenilen baş belalarını da , toplum için edepsiz kişiler görüp kitabına almıştır , ayrıca diğer pasajda da okumaya gücü yetmediği halde satranç oynayanlara da mel’unlar diyerek , diyeceğini demiştir.

Efendim satranç oynayana da oynamayana bir şey deme gayretimiz yok edebiyatımızda yer alan hayli ilginç bir kitapta satranç oynayanlara nasıl bakılıyor biraz da mizahi olsun diye şöyle kısa bir araştırma yapıp sizlerin istifadesine sunduk. 08.01.2017

Mehmet Emin Başalp