MODERN KENT Mİ, MAKUL ŞEHİR Mİ?

Bismillahirrahmanirrahim.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
Onun kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimize salât olsun, selam olsun…
MODERN KENT Mİ, MAKUL ŞEHİR Mİ?
Ahmet BAŞ

baş ahmet
Modern kavramı ilk kez 16’ncı yüzyılda yeniyi tanımlamak için kullanılmış olsa da hâlâ
farklı versiyonlarının kullanımına devam edilmektedir. Modernizm ise 18’nci yüzyılda
ortaya çıkan bir akım olarak yeninin sosyal hayatta, sanatta, mimaride, şehircilikte, tıpta,
ekonomide, hülasa insan hayatını kökten etkileyen bütün standartlardaki değişmeyi
tanımlayan bir akımdır. Temelinde pozitif bilimlerin ve aklın yattığı bu akımda gerçekler,
Descartes’ın temelini oluşturduğu analitik düşünme yöntemleriyle, tamamen bu
dünyanın fizik kuralları çerçevesinde çizilen bir hayattan ibaret olmaktaydı. Nitekim
Auguste Comte de bu durumu yeni bir din olarak sistematikleştirmekteydi. Hülasa
pozitivizm bir din olarak üretilmiş oluyordu.
Post-modernizm; çağın güncel durumu ve sorunları modernizmin araçlarıyla
tanımlanamaması ve çözülememesi sonucunda, modernin ortaya çıktığı dönemden
günümüze kadar gelen süreçte oluşan farklılığı ayırt etmek için muğlak manada değişik
disiplinler tarafından temel çalışma alanlarında revaçta olan bir kavram olarak kullanıla
gelmiştir. Bu dönemde aklın önceliği devam etse de fizik-ötesi (metafizik) kavramlar
dışlanmamış, göreceli olarak kabul edilmiştir. Nitekim bu durum, pozitivizmin merkezi
olan batıda, son yıllarda yapılan sanatsal, görsel ve mimari gibi oluşumlarda kendisini
göstermektedir.
Her iki süreçte de kadimden büyük bir kopuş vardır. Bilimsel bilginin geldiği nokta, yeni
üretim yöntemleriyle gerçekleşen göreceli refah artışı ve yeni keşifler, insanları kent
merkezlerinde toplamaya başlamış, kent hayatı daha grift organizasyonların olduğu bir
şekle evrilmiştir. İnsan ölçeğinin kaybolduğu ve devasa kentsel yığılmaların oluştuğu bu
süreçte şehircilik alanında kadimi modernden ayıracak en önemli uygulama Londra’da
Borsa binasını merkeze alarak yapılan düzenlemeydi. Böylece sosyal hayatta, iktisatta,
mimaride gerçekleşen yenilikler(!); kolektif olarak şehir mekanına yansımakta, geçmişte
merkezinde dini yapıların ve cemaat örgütlenmelerinin olduğu şehir oluşumları, yerini
bireyin arzularının sınırsızca dışa vurulduğu, kapitalist düzenin mekânında kendisini
göstermeye başlamasına imkân vermekteydi. Dahası bu mekânsal örgütlenmeler o kadar
güçlü hale gelmişti ki, bütün bir şehir hatta devletler bu düşünce etrafında gelişmekteydi.
Bu durum 19’ncu ve 20’nci yüzyılda zirvesine ulaşmıştır.
Bu gelişmenin içerisinde, modernizmin ürettiği sorunların yıkıcılığı ve gelir dağılımındaki
büyük fark ile birlikte, özellikle 19’ncu yüzyılda ve 20’nci yüzyılın ilk yarısında zirvesini
yaşayan ütopya kentler, insanların gerçekte ulaşamayacakları bir dünyada birbiri ardına
şekilleniyordu. Sonuç iki büyük cihan savaşı, milyonlarca insanın ölümü, yüzlerce şehrin
yakılıp-yıkılması, tahrip olmasıydı.
Türkiye’de şehircilik uygulamaları nispeten batı ülkelerindeki kentlere kıyasla zayıf
sanayileşmesi ve güçlü sosyal bağlar sayesinde, 1950’li yıllara kadar yıkıcı olmaktan ve
kadimden uzaklaşmaktan beri idi. Ayrıca Türkiye 2. Dünya Savaşına katılmayarak kadim
şehirlerini savaşın büyük tahribinden korumuştu. Lakin, 2. Dünya Savaşı sonrasında
başlayan büyük siyasi, ekonomik ve kültürel dönüşümle birlikte Türkiye şehirleri de
savaşla olmasa bile yöneticileri ve sermaye sahipleri eliyle modernizmin büyük
yıkıcılığını tanımış oldu. Maalesef 1950 sonrasında başlayan kontrolsüz gecekondulaşma
ve imar aflarıyla birlikte, belli grupların elinde bulunan sermayenin, rantın dağılımındaki
tahripkâr taleplerin oluşturduğu baskı sonucunda, güncel olarak Türkiye’nin hâlâ
sıkıntılarını çektiği büyük bir şehirleşme sorunu vücuda gelmiştir. Bu sorunun temelinde
bütün modern devletlerde olduğu gibi kapitalist sermaye birikim süreçleri ve rantın
paylaşılması kavgası bulunmaktadır. Bugün bütün şehirlerimizi maalesef beton
yığınlarının olduğu moloz tepelerine döndüren bu şuursuz ve idraksiz inşa faaliyetleri,
her geçen gün artan gelir dağılımındaki bozulmaya bağlı yoksulluk ve toplumsal ahlaki
çözülüşle birlikte geleceğe yönelik pek çok kimsede karamsarlık oluşmakta, kasvetli
günlerin Türkiye’yi beklediği düşünülmektedir. Bir yere kadar doğru olan bu durumun
tersine dönmesi de mümkündür.
Hiçbir durum kendi kendine olmamaktadır. Her durumun oluşmasının sebepleri, bu
sebepleri meydana getiren girdileri vardır. Mevcut durumun oluşmasına da yukarıda bazı
kavramlar üzerinden kısaca değinmeye çalıştık. Çözümün de ancak bu kavramların
sağlıklı şekilde sorgulanması ve birey merkezli düşünceden, bireyi dışlamadan cemiyet
merkezli fikriyata geçerek sosyal alanda çözülmenin önüne geçilmesiyle mümkün
olacaktır. Bununla birlikte gittikçe insan ve yapı yoğunluğunun arttığı modern
şehirlerden, insan ölçeğinde (sınırları yürüme mesafesinde ya da motorsuz taşıtlarla
erişim alanında olan) makul şehirlerin inşa edilmesiyle de kentsel mekânda üretilen
rantın dengeli dağıtılması mümkün olacaktır. Makul şehrin temel ilkelerini; insan ölçeği,
paylaşım ekonomisi, cemiyete dayalı sosyalleşme ve semavi bağlantıların kurulması
şeklinde özetleyebiliriz. Bu ilkelerin açıklanması da diğer bir yazının konusunu
oluşturmaktadır.

İSLAM’DA BİLGİ VE BİLGİNİN TAŞIYICILARI

Bismillahirrahmanirrahim.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
Onun kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimize salât olsun, selam olsun…
İSLAM’DA BİLGİ VE BİLGİNİN TAŞIYICILARI
Ahmet BAŞ
“Yaratan Rabbi’nin adıyla oku. İnsanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! O, sonsuz kerem
sahibi Rabbindir. Kalem ile öğretendir. O insana bilmediği şeyleri öğretti.” (Alak 1-5)
“Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra o isimlerin işaret ettiği şeyleri meleklere
gösterip, “Haydi iddianızda doğruysanız bana şunları isimleriyle haber verin” buyurdu.
Dediler ki: “Ey Rabbimiz, seni tenzih ederiz, bizim senin bize bildirdiğinden başka bir şey
bilmemiz mümkün değil. Şüphesiz ki sen her şeyi bilensin, hikmet sahibisin.” (Bakara
31/32)
İslam’da bilgi Yunan mitolojisinde olduğu gibi Tanrı’dan çalınan ve kötü olan bir şey değil
aksine doğrudan Allah tarafından insanoğluna bahşedilen, iyi ve temiz bir mefhumdur.
İslam’da bilginin kaynağı Allah’tır ve insanoğlu ancak onun öğrettiği kadar onun
bilgisinden öğrenebilir. Bu sebeple İslam dünyasında bilgiye hep bir emanet gözüyle
bakılmış ve ona sahip olmak bir ayrıcalık olarak görülmüştür. Bu ayrıcalık sebebiyle İmam
Yusuf’a atfedilen şu olay çok çarpıcıdır: İmam Yusuf kendisine talebe olarak alacağı
gençlerle ders halkasını kurmazdan önce onlarla bir ev yaparmış. Ev yapımında çalışan
talebelerinden taş ve tuğla gibi inşaat malzemelerini getirmelerini ister ve onları farklı
yerlere göndererek uzaktan izlermiş. Eğer talebelerden birisi uzaktaki bir taşı getirmek
yerine hemen yanı başındaki komşunun duvarındaki taşlardan birisini alırsa onu ders
halkasına almaz ve babasına sen bu çocuğu her şey yap ama ilim yoluna verme dermiş.
İslam dünyasında bilginin işlenmesi ve halkın ihtiyaçlarına cevap vermesi İslam âlimleri
arasında çeşitli dönemlerde farklılıklar göstermiştir. Üç dönemde incelenebilecek
İslam’daki bilginin serüveni; Hz. Peygamber (S.A.V) sonrası dönemde, Hicri XI. asra kadar
geçen döneminde İbda, Hicri XI. asırdan XVII. asra kadar geçen dönemde İhya, XVII.
asırdan bugüne kadar geçen dönem de ise İnşa sürecini yaşamıştır. Bu dönemlerde
özellikle de Hicri 2-6’ncı yüzyıllar arası bilginin işlenmesi ve yeni bilgi dallarının oluşması
bakımından çok zengindir. Hadis, fıkıh, kelam, tefsir, belagat, astronomi, tıp, botanik, gibi
hem pozitif bilimler hem de ilahiyat alanında kapsamlı çalışmalar yapılmıştır. Bu noktada
önemli bir husus ise medreselerin kuruluş aşamasına kadar bütün ilimlerin
kurumsallaşmadan, maddi bir beklenti ya da siyasi bir kaygı gütmeden tamamen Allah’ın
rızasını aramak ve hikmete nail olmak için yapılmasıdır.

Bu süreçler içerisinde bilginin taşıyıcıları olan âlimler arasında da farklı görüşler,
mezhepler, ekoller ortaya çıkmıştır. Temelde bilginin kaynağı olarak öncelikle Kur’an-ı ve
sonrasında Sünneti ele alan âlimler bunların işlenmesi sırasında dirayet, rivayet, rey gibi
yöntemleri kullanmışlardır.
İslam dünyasında bilginin kaynağı tek olduğu için âlimler ona günümüzün kategorik ve
analitik eğitim anlayışı gibi parçacı yaklaşmamışlar ve her ilmi Allah’ın bilgisinden gelen
bir cüz olarak görmüşlerdir. Bu durum âlimlerin birden çok uzmanlık alanı ile meşgul
olmalarına ve bilgiyi bütüncül bir şekilde ele almalarına imkân vermiştir. Böylece ilim
yolcuları arasında muallim-talebe ilişkisi oluşmuştur. İnsanlar emanet olan bilgiyi
hocalarından devralmışlar ve kendilerinden sonrakilere aktarmışlardır. Selçuklular
döneminde kurumsallaştırılan medreseler ile birlikte bütüncül bilgi artık devlet eliyle
yapılan bir konuma gelmiştir. İslam’da bilgi, zincirin birbirine eklenen halkaları gibi
hocadan talebeye aktarılır ve talebe hocasından aldığı icazet ile bu bilgiyi kendisinden
sonrakilere taşırdı. Günümüz üniversitelerinde olduğu gibi insanlar kurumlardan
diploma alarak mezun olmazlar, hocasından icazet olarak okuduğu derslerden mezun
olurdu.
Sanayi devrimi sonrasında oluşan modern döneme kadar İslam uleması halkın
ihtiyaçlarına cevap verebilmek için Kur’an ve Sünnet kaynaklı bilgiyi üreterek karşılaşılan
yeni durumlara karşı yaptıkları içtihatlar ile toplumların ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir.
18’inci yüzyıl sonrasında ise bilginin taşıyıcıları olan ulema, çağın gereksinimleri ile ilgili
kendinden önceki dönemin âlimleri gibi bütüncül bir yöntem geliştirememiştir. İlk
dönemlerde kelam, hadis, fıkıh gibi dini ilimlerin yanında astronomi, tıp, matematik,
musiki gibi pozitif bilimlerle de ilgilenen âlimler yeni dönemde ortaya çıkan sosyoloji,
psikoloji, iktisat, fizik, kimya gibi bilimlerde halkın ihtiyaçlarına cevap verebilecek
sorulara yanıtlar üretemeyerek toplumun önderleri olma vasıflarını yitirmişlerdir. Bu
konuda verilebilecek en önemli örnek; 19’ncu yüzyıl şeyhülislamlarından Mehmet Arif
Efendi’nin siyaset ile ilgili kendisine sorulan bir mevzuda muhataplarına “Her şeyi bize
sormayın, biz de sizin ne yaptığınıza karışmayalım sözü” o dönemde ulemanın genel
görüntüsünü vermektedir.
Modern dönemde bilginin yapısının değişmesiyle birlikte bilginin öznesi ve taşıyıcısı olan
sınıfta değişmiştir. Önceleri hocaların ders halkalarından icazet alarak mezun olan
talebelerin yerini artık kurumsallaşmış olan üniversitelerden mezun olarak alınan
diplomalı aydın kesim almıştır. Çağının gerektirdiği pozitif ve sosyal bilimlerde en
modern bilgileri alan aydınlar halkın taleplerine yönelik çağının siyasileriyle birlikte
hareket ederek onların taleplerini meşrulaştırma faaliyetlerinde bulunan bürokratik
ulema sınıfının aksine muhataplarına karşı muhalif bir duruş sergilemiş ve halkı
yönlendirmişlerdir. Bu durum aydınların, ulemanın yerini almasına sebep olmuştur.
Fakat aydınlar da ulemanın sahip olduğu ilahiyat bilgisinden yoksun oldukları için
özellikle dini konularda halkı yeterince yönlendirememişlerdir. Bu durum aydınlar ile
sivil ulemanın, siyasete karşı birlikte hareket etmesine vesile olmuş ve tekkelerde
aydınlar ile ulemanın buluştukları mekânlara dönüşmüştür.
Modern dönemle birlikte eğitim sistemi de Osmanlıda Tanzimat ile birlikte ilahi özelliğini
derece derece kaybederek sekülerleşmiş ve laik bir hüviyete bürünmüştür. Seküler, laik
bir eğitim sisteminde, devlet ideolojisi merkezli bir eğitim anlayışıyla tedrisattan geçen
öğrenciler bu sürecin doğal bir sonucu olarak tek tipleşmekte ve hem pozitif bilimlerde
hem de ilahiyat alanında gerçek başarı sağlanamamaktadır.
Ülkemizde eğitim ve öğretim alanında günümüzde yapılması gereken en önemli değişim
bilginin temizlenmesi ve yeniden bilginin asıl kaynağıyla ünsiyet kuracak bir sistemin
geliştirilmesidir. Bugün insanlar bilgi sahibi olmak yerine malumat-furuş olmaktadırlar.
Çocukların eğitiminde, en temel eğitimin alındığı aile kurumundan başlayarak sistematik
bir dönüşümün sağlanması gerekmektedir. Bu dönüşümde bilginin temel kaynağı olan
Kur’an ve Sünnet referans kaynakları olmalı ve doğru bilgi ancak ehil kişilerden,
zamanında alınmalıdır.
Bu vesileyle, Lokman Suresi 27’nci ayette Rabbimizin belirttiği gibi; “Eğer yerdeki
ağaçların hepsi kalem, denizde mürekkep olsa hatta arkasından yedi deniz de bunlara
katılsa Allah’ın sözleri tükenmez. Gerçekten Allah çok güçlüdür, hikmet sahibidir.” Bu
yüzden şu gökkubbe altında söylenecek söz kalmadı, söylenenler hep birbirinin tekrarı
diyenler Allah’a (haşa) noksanlık yakıştırmaktadırlar. Yeryüzünde üretilecek bilgi
kıyamete kadar hiçbir zaman bitmeyecektir ve insan Allah ile ünsiyetini güçlendirdiği
oranda, Allah sonsuz bilgisinden insanoğluna hikmet vermeye devam edecektir.
Sözlerimi veciz bir beyit ile bitirmek istiyorum:
“Kalem altın, kelam inci, hemen derceyle derceyle,
Teraziye koyup satma, yeri geldikçe harceyle harceyle”

BANKNOTLARIMIZ

banknot fatih

Bu yazıyı çok önemli bir gündem meselesi olduğu için yazmıyorum. Hatta şuan yapılacak olsa böyle bir masrafa gerek bile yok diye itiraz ederim sadece ilerde gerekli olduğunda veya böyle bir düşünce geliştiğinde geçmişte fikrimi söylemiştim babında yazıyorum. Şuan dolaşımda olan banknotlarımızın tasarımını beğenmiyorum açıkçası  ,güzel denebilecek bir özellikleri olmadığı gibi arka yüzlerinde de kimsenin tanımadığı kişiler var.Paraların arka yüzünde yer alan şahıslarda önemli şahıslardır illaki ama çok az kişi tarafından tanınan kişileri koymamak gerekir , görüldüğünde halkın tamamına yakının bilebileceği şahıs veya eserler yer almalıdır.

 

Şimdi paranın ön yüzünde Mustafa Kemal Atatürk’ün resmi olacağı hususu tartışma konusu edilemeyeceğinden o konuyu geçiyorum.

 

Şimdi İngiliz Sterlinlerinde ön yüzünde halen mevcut hükümdar 2.Elizabeth’in resmi var 5 Pound’da bütün İngilizlerin bildiği politikacı Winston Churchill , 10 Pound’da ünlü romancıları Jane Austen ,20 Pound’da yine iktisat dendiğinde akla gelen Adam Smith , 50 Pound’da ise buharlı motor mühendisi Matheww Boulton ve James Watt bulunmaktadır .İngiltere sanayi devriminin yaşandığı ilk ülkedir.Şimdi bu isimler o ülkede değil neredeyse dünyada bile bilinen isimler.

 

Bizim banknotlara bakınca 5 TL ‘de bilim tarihçisi Aydın Sayılı , 10 TL’de matematikçi Cahid Arf , 20 TL’de mimar , Mimar Kemaleddin , 50 TL’de romancı Fatma Aliye Hanım , 100 TL’de Buhurizade Mustafa Itri Efendi , ve 200 TL’de ise Yunus Emre bulunmaktadır. Maalesef bu isimler tanınmamaktadır. Yunus Emre tanınır ise de onunda konulan temsili resmi halk tarafından pek bilinmemektedir.Bilim adamlarımız maalesef çok meşhur değildir , Fatma Aliye Hanım çok okunan bir romancı değildir hatta okunuyor mu ? o bile meçhul.Itri Efendi önemli bir bestekardır ama o resmi gören kimse bu Itri’dir demez.

 

5 TL için paranın arka yüzüne bir siyasetçi konulacaksa bu merhum başvekillerden Adnan Menderes olmalıdır. Menderes’in parada olması Menderes’e bir vefadır da ayrıca.TBMM’nin vb figürleri de yer alabilir , başkentimiz Ankara konsepti ile  uygulanabilir.

 

10 TL için parada tarihi bir kişilik olacaksa bu konuda elimizde resmi de olan İstanbul fatihi , çağ açıp çağ kapatan ünlü sultanımız Fatih Sultan Mehmet olmalıdır.Bu şekilde bir para küçüklüğümde vardı. Fatih Sultan Mehmet’in resmini gören herkes tanır.Para’da İstanbul teması da işlenebilir en nihayetinde eski başkentimiz , en büyük şehrimiz , finans , ticaret ve kültür başkentimiz.Bu parada yine yeniden ibadete açılan Ayasofya Camii , Boğaziçi , Adalet Kulesi gibi figürlerde paraya yerleştirilebilir.

 

20 TL için illa bir kadın olmasını düşünüyorsak Nene Hatun’u koyalım.Vatan için canını ortaya koyup beşikte bebeğini bırakıp cepheye giden bir kadın.Para da başörtülü bir kadın olmasından da çekinmeyelim onun başörtülü , yerel kıyafeti ve elinde bastonuyla çekilmiş fotoğrafı gayet idealdir.  Bu parada da bir kahramanlık , şehitlik konsepti işlenebilir , Çanakkale Abidesi ve benzeri figürlerde eklenebilir.

 

50 TL için Yunus Emre fotoğrafı pek tanınmadığından Yunus Emre’nin paradan çıkarılması içime sinmez ama yine eskiden böyle de bir para vardı  Hz.Mevlana tüm dünyada tanınıyor onun temsili resmini koyalım yine Selçuklu çift başlı kartalı gibi figürlerle  bir Selçuklu Konsepti yapılabilir.

 

100 TL için Aşık Veysel’i koyalım , bu halk sanatçımızın sazıyla yine etrafta koyunlar ve Anadolu ve Sivas’a has endemik bir tür olan Kangal köpeğimizin figürleri de bu parada görülebilir.

 

200 TL için ise ünlü sporcumuz Naim Süleymanoğlu olabilir spor konsepti yapılabilir yine Kırpınar’dan figürler olabilir. Naim Süleymanoğlu herkesçe bilinen birisidir. Hatta banknotlar değişmeden 200 TL’den yukarı bir yeni banknot çıkacaksa da bu banknotta Naim Süleymanoğlu yer almalıdır.

 

İlla kişi olması gerekmiyorsa Piri Reis haritası güzel bir figürdü.Ayasofya Camii , İzmir Saat Kulesi , Van Gölü haritası ,Selçuklu Kartalı , Ahlat ,  Diyarbakır Surları gibi figürlere de yer verilebilir.

 

Benimki bir zihin egzersizi ve teklif sadece paramızda değişiklikler planlıyorsak çok daha güzel tasarımlar , renkler ve boyutlarla yapalım , madeni para tasarımlarımızda daha işçilikli olsun. 22.01.2021

 

Mehmet Emin Başalp

 

 

AŞI VE SİYASET

aşı

2020 yılında dünyayı kasıp kavuran koronavirüs salgını sonucu ülkemizde de aşılama çalışmaları başladı. Fakat bu aşılama faaliyetine ilişkin yürütülen siyasetin artık iyiniyetten uzak olduğunu düşünüyorum. Konuları çok uzatmadan kısa kısa yazacağım.

 

Eğer bu virüs doğal değilse ki büyük bir ihtimal olarak doğal olmadığı izlenimi ediniyorum tamamen kişisel yoksa bilimsel veriye dayanmıyorum bunu bir çok kez ifade ettim bu virüs ile amaçlanan şey ancak siyasi değişiklikler olabilir. Nitekim dünyada meydana gelen ekonomik daralmalar ve değişimler ile toplumların yaşadıkları sıkıntılar ile mevcut hükümetlerine karşı tepkisel anlamda artışlar olması bana göre bunu göstermektedir.

 

Fakat bir kısım yazar , çizer yahut komplocu diyebileceğimiz tipler bu virüs salgını başladıktan itibaren ısrarla aşı konusunu gündemde tutmakta ve bulundukları zaviyeden sert bir muhalefet ile ince bir siyaset yürütmektedirler.Halkın koronavirüs ile korkutulduğu iddiasında bulunup kendileri de taraftarlarına ve şüphe duyan insanlara karşı aşı korkusu yaymakta ve açıkça ifade etmeseler de hükümetleriniz size yalan söylüyor demektedirler. Neden bunu açıkça demiyorlar işte o yazımızın konusu eğer siyasetinizi yapacaksanız açıkça yapın.

 

Bilimsel olarak aşılar ile ilgili bir veri varsa buna herkes saygılıdır , aşının virüs salgınını durdurmayacağı yönünde itirazlar öne sürenleri de anlayabiliyorum , kişisel olarak aşı olmak istemeyenlere de saygımız sonsuzdur.

 

Fakat bazılarının yaptığı kendi kişisel anlayış ve belki hazımsızlıklarını aşı üzerinden siyaset üretmek suretiyle yıpratma ve halkı bilemedir.

 

Kemal Özer aşı karşıtlığında bunların başında gelmektedir aşıların zararlı olduğunu iddia etmektedir.Siyasetten ziyade aşı karşıtlığı üzerinde duruyor hakkını yemeyelim. Sadece koronavirüs aşısını değil tümden aşılamayı reddetmekte ve fakat buna ilişkin herhangi bir bilimsel veri öne sürmemektedir. Aşı konusu bu konunun uzmanlarının konusu olup okunmak amacıyla insanların zor bir süreçten geçtiği zamanda sansasyonel açıklamalar yapmanın hiç kimseye faydası yoktur .Bu bakış açısı da bir korku yaymaktadır.

 

Aşı konusunda daha ipe sapa gelmez iddiaları ise Abdurrahman Dilipak öne sürmektedir. Bulunduğu medya grubun yaptığı yayın ve yazıların hükümeti ne derece zora soktuğu herkesce malum yaptığı açıklamalara tepki verildiği malum. Aşı konusunda acaba bu kadar muhalefet yürütmesinin kişisel hesaplaşması ile bir ilgisi mi var mı ? insan düşünmeden edemiyor hiçbir veriye dayanmadan söz konusu aşının aşı olmadığı , içeriğinde ne olduğunun açıklanması gerektiği gibi iddialarda bulunuyor.Bir ülkenin Sağlık Bakanlığı acaba o ülkenin vatandaşlarının ne kadar kötülüğünü isteyebilir ,iddiaları görünce esas demek istediğinin bakanlık hiçbir inceleme yapmıyor , bir şey bilmiyor , aşı diye millete zararlı bir sıvıyı enjekte ediyor demek istiyor.Sayın Dilipak bunu hükümete karşı açık açık diyin , isterseniz suç duyusunda bulunun , isterseniz siyaset yapın neden muğlak iddialarla yıpratma siyaseti izliyorsunuz. Hülasa ben şimdiye kadar Dilipak’ın fikirlerinin doğru çıktığını ve insanları doğru yönlendirdiğini , senelerdir kendisini takip ederim görmedim onun için vatandaşlarımız kaale almamalı diye düşünüyorum.

 

Bu kitleye son zamanlarda İstanbul Sözleşmesi itirazları ile tanıdığımız Sema Maraşlı’da eklendi.Sema Hanım’ın haklı itirazları son zamanlarda fevri çıkışlarıyla zedeleniyor onunda acaba kişisel tepkilerini aşı üzerinden gösterdiği şeklinde bir intiba oluşabilir.Sağlık çalışanlarımız var güçleriyle çalışırken , Sağlık Bakanı’nı da etiketleyerek bir tweet üzerinde hastaneler boşmuş kim doğru söylüyor diye soru sorması açıkça yaralayıcıdır. Bu kadar sağlık çalışanını bir kere takdir etmeden tenkit etmeye niye bu merak.Bu bir haklı eleştiri mi , hekimleri üzen , yoran ve hasta yakınlarını dahi sinirlendirecek bir açıklama mı ?

 

Bingür Sönmez adlı profesörde aşı savunma adına aslında aynı siyasete hizmet etmektedir. Yaptığı sert çıkışlarla hükümeti yıpratmak istemektedir. Nitekim yine Sema Hanım Bingürsönmeztutuklansın adlı bir etikete insanları aşıya zorlamak diktatörlüktür diye yazıyor şimdi ülkede bir aşı zorunluluğu mu var  ? yok. Kim aşıya zorluyor ? yok.  Kim diktatör ? muğlak okuyunca belki akla hemen bir siyasi mi gelsin istiyor acaba diye düşünüyor insan , Cumhurbaşkanımıza karşı muhalefet senelerdir diktatör demekteyken aşı konusunda diktatörlük geçen bir ifadeyi kullanmak benim açımdan şuursuzluk. Bingür Sönzmeze tepki göstercekse eğer bu ifade neden bu twette geçiyor. Hükümeti beğenmiyor , sağlık bakanını suçluyorsa açıkça ifade eder ve istiyorsa siyasetini aleni şekilde yapar. Neden yıpratma siyaseti izlediğini ise artık kamuoyuna bence izah etmeli.

 

Kovit diye bir hastalığın olmadığı , abartıldığı gibi iddialarda genelde komplolara meraklı insanların sosyal medyada büyüttükleri bir algı ülkemizin kıymetli hekimleri aşı olduk diyor sosyal medyada altında türlü hakaret .Bu konuda Prof.Dr.Nevzat Tarhan’a karşı yapılan bu yorumlar beni de şaşırttı.Bu artık algıdan ziyade halkı bir takım şeylere karşı inandırma amacı günden iyiniyetten yoksun ve genelde aynı yerden beslenen bilgi kirliliğinden başka bir şey değil. Alev Alatlı’ya karşı hakaretler de aynı minvalde. Aşı olmak istemiyor olabilirsiniz ama aşı karşıtlığı misyonerliği ve halkı hükümete karşı kışkırtmak ise bir siyasettir buna karşı tepki verilmesi de son derece normaldir.

 

Ülkemizde sol kesimde hükümete itibari azaltmak için güvensiz bir aşının alındığı şeklinde algı oluşturmaktadır. Bir çok hekim ifade etmektedir ki bu şirketten ülkemiz başkaca aşılar almakta ve kullanmaktadır. Bu konuda da bazı gazeteciler Fatih Altaylı gibi başı çekmektedir. Bir aşı güvenli mi , yoksa güvensiz mi ? vatandaşlar olarak hükümete güvenemeyeceksek kime güveneceğiz.Diyelim bu aşılar güvensiz , bakanlık fahiş bir hata yaptı veya kasten yaptı bunu yapabilecek insanların ülkeye her türlü zararı verebileceğine de inanmak gerekir. Acaba halkta böyle bir şüphe mi uyansın istiyorlar.

 

İnsanların farklı siyasi görüşleri ve farklı siyasi tercihleri olabilir fakat siyaset açıkça yapılmalıdır. Yıpratma siyaseti demek istediğini açıkça demeyip demiş gibi anlamlara getirmek suretiyle yapılmamalıdır. Bu gerçekten zarar vericidir.

 

İnsanlar neredeyse bir yıldır akrabalarını , komşularını görmüyor , esnaf zor şartlarda çalışıyor. Hekimlerimiz yoruldu. Çocuklarımız eğitimlerini yeterince alamıyor ve fırsat eşitliği zedeleniyor. Yaşanan bunca zorluğa rağmen , ülkemizde ücretsiz aşılama çalışmaları yapılmasına aşı dahi olmayacak bile olsa hiç olmazsa bir kere takdir edilmeden bu kadar vurmak , bu kadar eleştirmek insafa sığar mı ? Sığmaz benim vicdanım elvermiyor.Allah sayın cumhurbaşkanımızdan , sağlık bakanımızdan , yetkililerden , var gücüyle çalışan hekimlerden , tedbirlere uyup sabreden halkımızdan bir değil bin kez razı olsun. Allah bizi bu gaileden bir an evvel kurtarsın.Amin.18.01.2021

 

Mehmet Emin Başalp

BEYŞEHİR’İ YENİDEN TANIMAK

Ekran Alıntısı

Bildiğimiz kadarıyla 6-7 göbek Davganalıyız daha eski de olabilir fakat bu kadar nesil bile buralı olmak için hayli hayli yeter diye düşünüyorum. Davgana şimdi ki adıyla Doğanbey , Konya’nın Beyşehir İlçesine bağlı tarihi bir nahiye merkezi idi.1910 Tarihli belediyesi ise Büyükşehir Yasası ile kapandı ve artık Beyşehir’e bağlı bir mahalle.

 

Tabii babam ve annem Konya doğumlu , bizde Konya’da doğup büyüdük , ailemiz üst nesillerde dahil çiftçi değildir , gençlik dönemlerinde genellikle İzmir’de çalışıp daha sonra ki  yıllarda köye döndükleri bir gelenekten geliyoruz.Bende Konya’da doğdum ve büyüdüm tabii ki Konya’da doğmakla yerli Konyalı diye tabir edilen yerli Konyalılara has bir kültürden olamadık ki buda son derece doğaldır çünkü bu kültürde uzun yıllardır Konyalılara tevarüs eden bir kültürdür.Konya’da bir mahalle  kültürümüzde olmadı çünkü biz hemşehri mahallerinde de yaşamadık şehrin kozmopolit denilebilecek muhitlerinde bulunduğumuz için şehrin herhangi bir mahallesine aidiyetimizde yoktur. Konya şehir kültürüne aşina ve Konya kültürünü seven biri de olarak ailemizin gerek iş gerek ticari gerek komşuluk suretiyle Konya’nın hareketli bir cemiyetinin içinde olması ve bu kişilerle tanışıklıklarımız doğrultusunda artık Konyalılık ünvanını benimsiyor ve kullanıyoruz. Konya’nın taşra ilçelerindenseniz  birde dağlı ovalı ayrımı gereği bazen dağlısın sen hitabını da duymuşuzdur.

 

Biz kasabamıza köy deriz ve köyümüz Konya tarafında kaldığı ve genellikle Konya ve Beyşehir’den çok İzmir’e göç verdiğinden Beyşehir bizim için nüfus hanemizde yazan , askerlik şubesi olarak karşımıza çıkan ve köydeyken gidilen ünlü Salı pazarı olarak anlam ifade ediyordu.

 

Köyde yazın dedemlerle kalırken gittiğimiz pazarlardan sonra Eşrefoğlu Camii’ne gidiyorduk ve muazzam mabedin benzersiz ve çok kıymetli bir eser olduğunu daha sonraki yıllarda keşfedebildim. Yine köyümüzün bağı ve dağı hariç Beyşehir’de bir yere gitmezdik.Küçükken Erenler Dağı’na ( Elenkilit ) çıkmıştım.Birde köyümüzde büyükçe bir ladin ağacı vardır ( İledin ) oda etrafça bilinir bir mesire alanıdır.Arka tarafları dağlık ve normal çam ormanıdır.

 

Dedem gezmeyi sevdiğinden yine bizimde merakımızla Fasıllar Anıtı , Eflatun Pınarı ve Anıtı , Pınargözü mağarası ve suyunu gezmiştik.Bazı köylerine yol üstü uğramak veya çeşitli sebeplerle uğramış Beyşehir Gölü’nün etrafını araçla dolaşmıştık.

 

Fakat tabii sosyal medyanın hep zararlarından bahsedecek değiliz Facebook’da bazen önüme Mustafa  Büyükkafalı Bey’in fotoğrafları düşüyordu , hesaba baktığımda Beyşehir’e ait çok güzel fotoğraflar ve etkinlikler görüyordum 1 yıl kadar takip ettim ve onların sezona başladığı bir dönemde iletişime geçip Beyşehir Trekking ekibi ile 2020 yılında bazı faaliyetlere katıldım.Mustafa Büyükkafalı Bey , Beyşehir Belediyesi’nde çalışıyor ve Beyşehir Kültür ve Turizm Derneği başkanı. Bu yıl pandemi şartları nedeniyle çok da istenilen sayıda program yapamadılar ama şahsen katıldığım  programlarda ben  Beyşehir’i yeniden tanıdım ve artık daha kuvvetli şekilde Beyşehirliyim diyorum. Meğer Beyşehir keşfedilmesi gereken çok güzel bir coğrafya imiş ve bu kadar geç kaldığıma hayıflandım.

 

Yapılan yürüyüş ve tırmanışlar ile Anamas Dağı’nı uzaktan görürdük ama yakından da keşfettik , üzerindeki gölleri gördük , Beyşehir Gölü’nü zirvelerden izledik.Melikler Yaylası’nı duyduk , İslibucak Ormanı’nı gördük , muazzam çam ormanları içerisinde dolaştık yeşil deniz ifadesinin ne kadar isabetli olduğunu anladım , nefis kekiklerden ve adaçaylarından topladık.Her katıldığımda meğer Beyşehir ne güzelmiş , ne güzel yerleri ne güzel bir doğası varmış demekten kendimi alamadım. Bir çok güzel insanla tanışma fırsatımız da oldu.Tüm programlarına katılamadığım için pey der pey yine katılmaya devam edeceğim fırsat buldukça.

 

Buralardan bazı fotoğrafları da sosyal medya hesabımdan da paylaştım.Bu programlara da genelde yalnız katıldım çünkü bir grup halinde tanışık arkadaşlarla gidip muhabbet etmek için değil esasında birazda zihnen daha dingin olmak için katılıyordum.

 

Bu faaliyetler uzun zamandan beri de devam ediyormuş gerçekten takdir edilesi bir faaliyet insanı hem fiziken hem zihin olarak rahatlatan ayrıca bir spor olan , yine doğa sevgisi bilinci katan , Beyşehir’i tanıtan güzel faaliyetler. Fotoğraf çekme fırsatları , doğayı izleme fırsatları sunuyor. İstanbul’da yaşayıp İstanbul Boğazı’nı görmeyen insanlar varmış diye konuşurken Beyşehirli olup Anamas Dağı’nı görmeyen insanlardık bunu bu gezilere katıldığımda fark ettim. Beyşehir doğa turizmi olarak da gelişmeye müsait hele plajı giderek Konya’da meşhur olmaya başladı , tabii inşallah herhangi bir betonlaşma ve kirlilik olmadan korunur.Beyşehir sadece Beyşehir merkezde köprü , Eşrefoğlu Camii ve gölü görmek değil veya sadece balık yemek değil. Bu geziler bunu anlamaya da fırsat veriyor.Beyşehir Gölü’nün adalarını merak ediyorum , köylerini daha detaylı merak ediyorum inşallah imkan buldukça gezme ve görme niyetim var.

 

Beyşehir’i , Beyşehir yapanda göldür.Beyşehir Gölü’nün titizlikle korunması gerekiyor , zirai sulama nedeniyle Beyşehir Gölü’nün suları tehlikeli sınırlara çekilmemeli , kirliliğe fırsat verilmemeli. Maalesef bugünlerde yaşanan kuraklık insanı endişeye de sevk ediyor. Aksi halde Beyşehir Gölü olmadan Beyşehir bir anlam ifade etmez.Beyşehir yeşil bir ilçemiz , çam çok kolay yetişir boş olan tüm yamaçları dahi yeşillendirilmelidir , orman varlığı hep artmalıdır , su varlığı korunmalıdır.Köylerinin geleneksel mimari yapısı korunmalıdır.

 

Ben Beyşehir’i hayli geç keşfettim veya tanıdım diyebilirim yazıyı okuyanları da memleketim Beyşehir’i keşfetmeye davet ediyorum ama Beyşehir’i sakince , kirletmeden  ve  huzur veren faaliyetlerle keşfetsinler. 13.01.2020

 

 

Mehmet Emin Başalp

 

MEZAR BAŞINDA İSTANBUL SÖZLEŞMESİ

evrensel gazetesi

 

MEZAR BAŞINDA İSTANBUL SÖZLEŞMESİ
1996 Yılının Ocak ayında Metin Göktepe’nin ölümü üzerine mezarı başında herhalde geleneksel şekilde devam eden bir anma yapılmış bu anmaya ilişkin önüme haber düşünce kendisinin de çalıştığı gazete olan Evrensel’de haberi okudum ama haber içeriğinde gördüklerim beni şaşırttı.
Şimdi o kısma geçmeden ifade edeyim Metin Göktepe’nin siyasi ideolojisi benim açımdan kabul edilebilir bir ideoloji değildir , ölümü hadisesi de o yılların sansasyonel bir olayı olarak haberlerde çocukluğumda çokça izlediğimi hatırlıyorum. Olay sonradan yargıya taşınmış hakkında kararlar verilmiştir onun için herhangi bir yorum yapmak istemiyorum. Gazeteci kimliği açısından objektif bir gazetecilik yaptıklarını da düşünmediğim için ben bir gazeteci olarak kendisini değerlendirmiyorum fakat gazeteci Metin Göktepe olarak kamuoyu tarafından bilinmektedir.
Evrensel Gazetesinde yer alan haberde anmaya çeşitli siyasi partilerden , sendikalardan vesaire katılanlar sıralanıyor , Türkiye’de basın özgürlüğünün geriye gittiği gibi daha çok ideolojik saiklerle zaten yıllardır bilinen ve tekrarlanan görüşler ifade edildikten sonra Metin Göktepe’nin ablası tarafından annesinin mesajı okunuyor ve kendisinin ifadeleri oluyor. Beni ne polise karşı , ne devlete karşı ne basın özgürlüğü konusunda itirazlar vesaire şaşırtmadı zaten bilinen ve beklenen açıklamalar.
Fakat Evrensel Gazetesi haberinde “Metin Göktepe’nin kardeşi Meryem Göktepe, pandemi nedeniyle anmaya katılamayan Fadime Göktepe’nin mesajını okudu. Fadime ananın mesajında şu ifadeler yer aldı: “Metin’i unutmuyorsunuz, hepiniz sağolun. Ben nerede bir gazeteci görsem Metin’i görüyorum sanki. Hepiniz de benim için metinsiniz. Metin hep insanların iyiliğini isterdi. Arkadaşlarını çok severdi. Hep evden eşya götürürdü. 25 yıl oldu, hiç unutmadım ben Metin ‘in acısını. Burnum sızılıyor Metinimi düşünce.   Oradaki herkese çok selam söylüyorum. Hepiniz benim için metinsiniz.” Türkiye’de yaşananları gelişmeleri Metin’e anlatmak istediğini söyleyen Meryem Göktepe ise,  “Her gün 4 kadın öldürülüyor. Memleket kadın mezarlığına dönmüş durumda. İstanbul Sözleşmesi uygulansın. Öldürülen kız kardeşlerimiz adına da buradayız. Metin Göktepe gazeteciliği devam ediyor. Hepiniz Metinsiniz” dedi.
Şimdi marjinal sol düşünceye sahip olduğunu düşündüğümüz kişiler mezar başında bir anma da kadınların öldürüldüğünden bahsedip ,İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasından bahsetmektedir. İstanbul Sözleşmesi bu ideoloji mensupları tarafından ilk defa sahiplenmiş veya savunulmuş bir sözleşme değil fakat gazeteci kimliği ile vefat eden birinin mezarı başında oldukça duygusal bir ortamda yapılan anma da Türkiye’nin durumu olarak ifade edilebilecek tek husus kadın cinayetleri ve İstanbul Sözleşmesi olabilir mi ? Olmuş.
Hakikaten şaşırtıcıdır , bu sözleşmenin bu kadar çok savunulması ve adeta en dramatik sahnelerden en resmi toplantılara kadar her yerde kendine bir şekilde yer edinmesini anlayabilmek zor demiyorum anlayabilmek kolay , bu sözleşme küresel bir gücün dayatması hem de her görüşten insana ve gruba dayatması.İnsanlar bilerek mi savunuyorlar yoksa bilmeyerek mi işte o konuda çok emin olamıyorum niyetleri bilemeyiz en nihayetinde.
Son olarak tabii gazetenin bugünkü manşeti “ ABD’de faşist gözdağı “ yani Abd ‘de herhalde tek faşist Trump ‘mı oluyor ? gazetenin genel ideolojik yapısını bilmesek neyse diyeceğiz ama emperyalizm klişesini tekrar eden bir gazetenin ABD’de ki protestoyu böyle görmesi de hayli ilginç. 08.01.2020
Mehmet Emin Başalp

EBUBEKİR SİFİL HOCAYA BU SEFER NEDEN DESTEK YOK ?

SİFİL

 

EBUBEKİR SİFİL HOCAYA BU SEFER NEDEN DESTEK YOK ?

Ayasofya Camii’nin yeniden ibadete açılmasını 2020 yılının felaketleri listesinde gösteren Sözcü Gazetesi manşetten “ Tekke Düştü Kel Göründü “ diye bir haber yapıp restore edilen Vezir Tekkesi’nin Ebubekir Sifil Hoca’nın kurucusu olduğu söylenen İslami İlimler Eğitim , Araştırma ve Hizmet Vakfı’na verildiğini yazıyordu.

Haber malum içerikten yoksun burasının mülkiyet ve tahsis durumu belirtilmiyor fakat bu habere rağmen sosyal medya da Ebubekir Sifil hocaya yahut mezkur vakfa ciddi bir destek açıklaması da görmedim. İslami duyarlılığı yüksek olduğunu iddia edip her şeye tepki gösteren bir kısım insanlar genelde iç eleştiri diyebileceğimiz bir durum olduğunda vaveyla koparıp ehl-i sünnete saldırıyorlar yalnızız , İslam’a saldırıyorlar yalnızız , alimlere saldırıyorlar yalnızız , bize değil bize saldıranlara tepki gösterin diye ağır sitemler etmekle beraber neden bu konuda sessiz kalmışlar merak ettim.

Bu konuda işte Ebubekir Sifil Hoca’nın yanındayım , Sözcü gazetesinin karşısındayım , restore edilen bir tekke zaten hangi amaçla kullanılabilir ancak ilmi çalışmalar yapan bir vakfa yahut kuruma tahsis edilebilir abuk subuk bir müze haline getirilmesi yahut atıl durması esas eleştirilecek bir durumdur.

Bu konuda eleştirinin düşük olması aklıma bir şüphe daha getiriyor , bir kısım kişilere söz ve fiilerinden dolayı üslup eleştirisi , yöntem eleştirisi veya yersizlik eleştirisi yapılmasını iyiniyetten uzak görüp sert tepki vermek acaba bu kadar kolayken ,  muhalif kişilere verilen tepkileri neden cılız , muhalefette olmaları , onların bunları yapmalarını doğal mı gösteriyor. Esas tepki vereceğimiz yerlerde neden tepkinin dozunu düşürüyoruz , umarım burada da  ince bir siyaset yoktur. Baştan beri dikkat çektiğim husus buydu çünkü yine bu arada bu habere tepkiden ziyade Nihat Hatipoğlu hocaya karşı sert eleştiriler var , neden ? Ebubekir Sifil Hoca’nın üslubu doğru değildi demiş o zaman yüklenelim Nihat Hoca’ya. Nihat Hoca’nın hakkı ne oluyor ?

Ülkedeki her muhafazakar hükümetten hoşlanacak , destekleyecek diye bir şey yok fakat bunları daha açık şekilde yapabilir daha siyasi bir dil kullanabilirsiniz aksi halde insanları adeta bilemek için bazı netameli konuları defaetle tekrar edip bazı olaylar görmezden gelinirse bu konuda yapılan eleştirileri de haksızlıkla itham edemezsiniz.İktidar ve tabanına karşı bir olaydan hemen organize olunuyor da Sözcü Gazetesi’nin haberine karşı neden organize olunmuyor , sorabilirim , Ebubekir Sifil Hoca’nın sosyal medya hesabında bu habere karşı neden tepki yok , sorabilirim.

Ülkemizde neredeyse batıdan daha beter bir İslamifobi var , her gün inanç ve değerlerimiz türlü hakarete uğruyor  bunların bir daha olmaması için yöntemli , dengeli çalışmaları desteklemek için uğraşılıyor fakat muhafazakar kesimde tepkinin dozajı konusunda bir belirsizlik var , neyin ne şekilde eleştirileceği genelde kişisel alana indirgeniyor , muhafazakar camianın kendi iç eleştirilerinde sert olmasını da ben abes görenlerden değilim.Böyle bir eleştiri varsa çık savun. Kasım Süleymani gibi bir caniyi ananlara karşı herhalde sert eleştiri yapmak icap eder gibi anan kişilerde bu zatı çok seviyorlarsa çıkıp izah ederler millette ona göre değerlendirmesini yapar ama bu konuda da yine cılız anma ve tepkisizlikle vakit geçirenler başlarına bir olay geldiğinde soluğu yine ülkenin samimi insanlarının yanında alıyorlar e kusura bakmayın bu halkımıza reva mı ? Sert eleştirince de bu ne sertlik , sertlik tabii. Şimdi bu örnek ne alaka diyenler olabilir Ebubekir Sifil Hoca malum Milli Gazete’de yazardı ve gazeten niye ayrıldığını , gazetenin Suriye politikasını eleştirdiğini herkes biliyor o gün hocanın bu ayrılışını destekledim şimdi hoca eğer bu tarz tepkileri verebiliyorsa bugünde versin.Ne Sözcü’ye tepki ne başka bir yere tepki ama esas imaları  gayet iyi anlaşılıyor.

Tepkilerde dürüst ve tutarlı olmak gerekir , Müslümanlar ülkemizdeki alimlerin kılına zarar gelsin istemez ama bu şekilde esas muhataplarına tepki gösterilmesi gerekirken görmezden gelip her  konuda kendilerine destek  olabilecek kişilere sert tepkiler vermek insafa sığmaz. Gerçekten insafa sığmaz. Hoca , alimdir , kendisini de severim , saygı duyarım ama bu konuları da demem gerekiyor. 04.01.2021