Bismillahirrahmanirrahim.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
Onun kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimize salât olsun, selam olsun…
MODERN KENT Mİ, MAKUL ŞEHİR Mİ?
Ahmet BAŞ
Modern kavramı ilk kez 16’ncı yüzyılda yeniyi tanımlamak için kullanılmış olsa da hâlâ
farklı versiyonlarının kullanımına devam edilmektedir. Modernizm ise 18’nci yüzyılda
ortaya çıkan bir akım olarak yeninin sosyal hayatta, sanatta, mimaride, şehircilikte, tıpta,
ekonomide, hülasa insan hayatını kökten etkileyen bütün standartlardaki değişmeyi
tanımlayan bir akımdır. Temelinde pozitif bilimlerin ve aklın yattığı bu akımda gerçekler,
Descartes’ın temelini oluşturduğu analitik düşünme yöntemleriyle, tamamen bu
dünyanın fizik kuralları çerçevesinde çizilen bir hayattan ibaret olmaktaydı. Nitekim
Auguste Comte de bu durumu yeni bir din olarak sistematikleştirmekteydi. Hülasa
pozitivizm bir din olarak üretilmiş oluyordu.
Post-modernizm; çağın güncel durumu ve sorunları modernizmin araçlarıyla
tanımlanamaması ve çözülememesi sonucunda, modernin ortaya çıktığı dönemden
günümüze kadar gelen süreçte oluşan farklılığı ayırt etmek için muğlak manada değişik
disiplinler tarafından temel çalışma alanlarında revaçta olan bir kavram olarak kullanıla
gelmiştir. Bu dönemde aklın önceliği devam etse de fizik-ötesi (metafizik) kavramlar
dışlanmamış, göreceli olarak kabul edilmiştir. Nitekim bu durum, pozitivizmin merkezi
olan batıda, son yıllarda yapılan sanatsal, görsel ve mimari gibi oluşumlarda kendisini
göstermektedir.
Her iki süreçte de kadimden büyük bir kopuş vardır. Bilimsel bilginin geldiği nokta, yeni
üretim yöntemleriyle gerçekleşen göreceli refah artışı ve yeni keşifler, insanları kent
merkezlerinde toplamaya başlamış, kent hayatı daha grift organizasyonların olduğu bir
şekle evrilmiştir. İnsan ölçeğinin kaybolduğu ve devasa kentsel yığılmaların oluştuğu bu
süreçte şehircilik alanında kadimi modernden ayıracak en önemli uygulama Londra’da
Borsa binasını merkeze alarak yapılan düzenlemeydi. Böylece sosyal hayatta, iktisatta,
mimaride gerçekleşen yenilikler(!); kolektif olarak şehir mekanına yansımakta, geçmişte
merkezinde dini yapıların ve cemaat örgütlenmelerinin olduğu şehir oluşumları, yerini
bireyin arzularının sınırsızca dışa vurulduğu, kapitalist düzenin mekânında kendisini
göstermeye başlamasına imkân vermekteydi. Dahası bu mekânsal örgütlenmeler o kadar
güçlü hale gelmişti ki, bütün bir şehir hatta devletler bu düşünce etrafında gelişmekteydi.
Bu durum 19’ncu ve 20’nci yüzyılda zirvesine ulaşmıştır.
Bu gelişmenin içerisinde, modernizmin ürettiği sorunların yıkıcılığı ve gelir dağılımındaki
büyük fark ile birlikte, özellikle 19’ncu yüzyılda ve 20’nci yüzyılın ilk yarısında zirvesini
yaşayan ütopya kentler, insanların gerçekte ulaşamayacakları bir dünyada birbiri ardına
şekilleniyordu. Sonuç iki büyük cihan savaşı, milyonlarca insanın ölümü, yüzlerce şehrin
yakılıp-yıkılması, tahrip olmasıydı.
Türkiye’de şehircilik uygulamaları nispeten batı ülkelerindeki kentlere kıyasla zayıf
sanayileşmesi ve güçlü sosyal bağlar sayesinde, 1950’li yıllara kadar yıkıcı olmaktan ve
kadimden uzaklaşmaktan beri idi. Ayrıca Türkiye 2. Dünya Savaşına katılmayarak kadim
şehirlerini savaşın büyük tahribinden korumuştu. Lakin, 2. Dünya Savaşı sonrasında
başlayan büyük siyasi, ekonomik ve kültürel dönüşümle birlikte Türkiye şehirleri de
savaşla olmasa bile yöneticileri ve sermaye sahipleri eliyle modernizmin büyük
yıkıcılığını tanımış oldu. Maalesef 1950 sonrasında başlayan kontrolsüz gecekondulaşma
ve imar aflarıyla birlikte, belli grupların elinde bulunan sermayenin, rantın dağılımındaki
tahripkâr taleplerin oluşturduğu baskı sonucunda, güncel olarak Türkiye’nin hâlâ
sıkıntılarını çektiği büyük bir şehirleşme sorunu vücuda gelmiştir. Bu sorunun temelinde
bütün modern devletlerde olduğu gibi kapitalist sermaye birikim süreçleri ve rantın
paylaşılması kavgası bulunmaktadır. Bugün bütün şehirlerimizi maalesef beton
yığınlarının olduğu moloz tepelerine döndüren bu şuursuz ve idraksiz inşa faaliyetleri,
her geçen gün artan gelir dağılımındaki bozulmaya bağlı yoksulluk ve toplumsal ahlaki
çözülüşle birlikte geleceğe yönelik pek çok kimsede karamsarlık oluşmakta, kasvetli
günlerin Türkiye’yi beklediği düşünülmektedir. Bir yere kadar doğru olan bu durumun
tersine dönmesi de mümkündür.
Hiçbir durum kendi kendine olmamaktadır. Her durumun oluşmasının sebepleri, bu
sebepleri meydana getiren girdileri vardır. Mevcut durumun oluşmasına da yukarıda bazı
kavramlar üzerinden kısaca değinmeye çalıştık. Çözümün de ancak bu kavramların
sağlıklı şekilde sorgulanması ve birey merkezli düşünceden, bireyi dışlamadan cemiyet
merkezli fikriyata geçerek sosyal alanda çözülmenin önüne geçilmesiyle mümkün
olacaktır. Bununla birlikte gittikçe insan ve yapı yoğunluğunun arttığı modern
şehirlerden, insan ölçeğinde (sınırları yürüme mesafesinde ya da motorsuz taşıtlarla
erişim alanında olan) makul şehirlerin inşa edilmesiyle de kentsel mekânda üretilen
rantın dengeli dağıtılması mümkün olacaktır. Makul şehrin temel ilkelerini; insan ölçeği,
paylaşım ekonomisi, cemiyete dayalı sosyalleşme ve semavi bağlantıların kurulması
şeklinde özetleyebiliriz. Bu ilkelerin açıklanması da diğer bir yazının konusunu
oluşturmaktadır.