GAZZE

       gazze harita   

 

                                                                                                       ( Gazzeli binlerce Şehidin Aziz ruhlarını incitmekten hicap duyarak yazıyorum )

7 Ekim tarihinde Hamas’ın İsrail’e sürpriz dünya kamuoyunda saldırı diye geçen ama abluka altında olan yerler için daha doğru bir tabir olacak olan huruç ( çıkış ) hareketi başlatması ile olayların bu hale geleceğini devletler , istihbarat teşkilatları , kamuoyu ve insanlık tahmin etmiş miydi bilmiyorum. Gazze’nin saldırısı meşrudur zira toprakları işgal altındadır ve direniş en onurlu davranıştır.

İsrail gibi güvenlik kaygısının  üst düzeyde olduğu bir devletin böyle bir şok yaşaması sonrası zehir zemberek açıklamalar yapmış ve sert karşılık vereceğini açıklamıştı.

O günden bugüne sosyal medya da Gazze de soykırıma dönmüş saldırılara bir çok yorum yaptım ama blogumda bir yazı yazmamıştım çünkü neyin ne olduğu ve olabileceği belirsiz , her yorumun havada kalacağı bir durum vardı.

Gazzeli Filistinliler korkunç bir katliama maruz kalmaya devam ediyorlar , sistematik katliam ve kural tanımaz savaşın yaşattığı acının tarifi yok. Hastanelerden , mülteci kamplarına , ekmek fırınlara , savunmasız sivillere , çocuklara , kadınlara , evlere geri dönülmez şekilde yıkım ve bomba yağıyor. Binlerce insanın öldüğü bu saldırılarda artık insani yardım yetersizliği ve tahrip olan alt yapı nedeniyle açlık , susuzluk ve hastalıktan insanların öldüğü bir safhaya geçildi. Bu süreçte ne devletler ne BM ne İslam Dünyası kimse bu insanlık dışı kural tanımaz soykırım girişimini durdurmaya muvaffak olamadı. Dünyada sivil insanların bu barbarlığı protesto etmesinden başka bir şey olmadı.Dünyanın çeşitli yerlerinden hangi din , ırk ve mezhepten olursa olsun insanlar dünya siyasi sistemini sorgular oldu.Duygusal anlamda bir yazı yazmaya kelimelerin kifayetsiz kaldığını düşünüyorum.Çektiğimiz ıztırap tarifsiz , insanlık adına yaşanan trajedi bir tarafta ayrıca dindaşlarımıza reva görülen bu alçakça saldırıları bertaraf edememenin verdiği mahcubiyet ve zul hali ise kahredici.Manevi anlamda vebalimiz olduğu ve günahkar olduğumuz düşüncesi içimizi kemirmektedir. Fakat bu yazıyı olabildiğince soğukkanlı yazmak zorundayım.

Bu huruç hareketinin neden başlatıldığı hususu tam anlamıyla açıklığa kavuşmamıştır. Başlarda İran tarafından desteklendiği iddiasına ben prim vermemiştim çünkü İran’ın bu denli başarılı bir operasyon yapması mümkün değildi , ilerleyen süreçte de İran alakasının olmadığını defaatle ilan ettiği gibi , fiili sessizlik içinde kalmaya da son derece özen gösteriyor.

Hamas’ın başka bir Arap veya Müslüman ülke tarafından da teşvik edilmiş olabileceğine yönelikte bir emare yok.

Bir kısım iddia ise dünyada yaşanan bir güç savaşı ve ticaret yolu planlamaları kaynaklı bir patlama noktası olduğu iddiasıdır fakat onun da bazı tutarsız tarafları var.

Bir diğer iddia ise Suudi Arabistan – İsrail yakınlaşmasının engellenmesi olduğu görülüyor ama onda da Hamas’ın ne gibi bir kazancı olacağı iddiası tam anlamıyla izah edilemiyor.

Netice de dünya kamuoyu ve şahsi düşüncem Gazzelilerin yıllardır süren tecrit ve baskıya karşı yeni bir güçlü huruç hareketi yapması olarak görüyoruz. Şiddetli bir karşılık geleceğini öngörmüş olmalılar ama bu direnişin bir dirilişe vesile olması gerektiğini ölçüp tartmış olmalılar.

İsrail saldırılarının başlaması ile savaşın bölgede yayılabileceği iddiaları da konuşuldu ve konuşulmaya devam ediyor. Böyle bir ihtimal var fakat ne şekilde ilerler ve nereye ulaşır bilemiyorum. Çünkü İsrail’in kuzeyinde istikrarsız ve büyük iç trajediler yaşayan Lübnan ve Suriye gibi iki devlet var. Bir diğer iç savaş noktası ise Kızıldeniz gemi saldırıları ile de adını duyuran Husiler ve Yemen’de Gazze’den beter trajediler ve iç savaş yanmıştı. Kızıldeniz’in doğusunda ise Sudan kanlı bir iç savaşa sürüklenmiş ,Somali’de de artan bir gerilim dikkati çekmektedir. Bölgede ki çatışmaların hepsinin uluslarası uzantıları bulunmaktadır. Bölge ülkelerinden , Avrupa’ya , Amerika’ya , Rusya’ya kadar bir çok ülke denklemin içerisindedir.

Şimdi bazı geriye gidişler yapalım ;

1956 Süveyş Kanalı Krizi

İsrail’in kuruluşu ve 48 Arap İsrail Savaşı’nı değerlendirmeyeceğim çünkü bu İngiltere’nin Ortadoğu’da Osmanlı’yı parçalama , Sykes –Picot Antlaşması , Balfour Deklarasyonu , İngiliz Manda yönetimleri gibi İngiliz politikalarının sonucuydu.

Fakat 1956’da Mısır’da darbe ile iktidara gelen Nasır , Sovyetler desteği ile Süveyş Kanalı’nı millileştirmişti. Bu girişime karşı İngiltere ve Fransa ‘nın başını çektiği ve daha yeni kurulmuş İsrail ile gizlice anlaşıp Mısır’a saldırı başlatmışlardı. Bu saldırıya karşı o dönem ABD ve Sovyetler sert bir tepki vermiş olup detayları malum bundan sonra artık İngiltere’nin ne bölgede ne başka yerde Abd desteği olmadan operasyon yapma gücü sona ermişti. Yani ABD artık Ortadoğu da kendisi harici Avrupa devletlerinin askeri operasyon yapmasına bir daha izin vermedi.

Bugün de bu durum böyledir , Abd harici hiçbir Avrupa Devleti , Ortadoğu bölgesinde tek başına askeri bir girişimde bulunamaz , bulunamadı.

Ama bir devlet hala bulunmaya devam ediyor : İsrail , daha sonra Altı gün Savaşı’na da dahil olup Sina yarımadasını işgal edecektir.ben çok bilmiyordum bu konuyu ama Mısır’da Sina yarımadasında tam bir egemenlik hakkına sahip değilmiş.

Ortadoğu ve Sovyetler

Soğuk Savaş’ın iki tarafından biri olan Sovyetler ise Ortadoğu’da ne yapmıştı ? İşin gerçeği Arap coğrafyası açısından doğrudan müdahil olduğu bir savaş ve çatışma yoktur , genel itibariyle bölgede ki sosyalist rejimleri desteklemiştir. Ortadoğunun en büyük talihsizliği de bu sosyalist baskıcı rejimlerdir. Çünkü genel itibariyle bugün ki istikrarsızlık ve iç çatışmanın olduğu ülkeler bu ülkelerdir.

Irak , Suriye , Mısır , FKÖ , Yemen , Libya , Lübnan

Tabii bu ülkelerde ki  istikrarsızlık ve çatışmanın içinde  neredeyse doğrudan müdahil bir ülke daha ortaya çıkıyor : İsrail

Sovyetler , Arap coğrafyası değil ama ortadoğuya dahil edilen başka bir ülke olan Afganisatan’ı 1978’de işgale kalkıştı.İşte bu savaş çok acayip şeyleri tetikledi ve Abd ve Sovyetler , Afganistan’da işin içine cihattan , milliyetçiliğe , terörden , el kaidesi’ne , Taliban’ına , Nato’ya vs uzanan  , iç çatışmaların da bitmediği karmakarışık bir savaşa tutuştular.Hala bugün de etkileri devam etmektedir.

2001 Irak İşgali – Büyük Ortadoğu Projesi –Arap Baharı

11 Eylül saldırılarından sonra Abd terörizmle mücadele adı altında Afganistan operasyonları başlattı ve ardından Irak’ı işgal etti. Afganistan hikayesine değinmeyeceğim , Irak’ta Saddam Hüseyin liderliğinde baskıcı bir rejim vardı fakat bu rejim 1991 Körfez savaşından sonra ( bu savaşın özelliği Arap devletlerinin de Abd safında Irak’a karşı savaşmalarıdır ) gitgide ekonomik ve askeri anlamda zayıflamış haldeydi. Irak’ın ne kimseyi tehdit edecek hali kalmıştı ne de gücü , Saddam’ın eski hayallerinin bazı berbat tiyatrolarının kamuoyuna sürüldüğü bir haldeydi. Fakat Abd Ortadoğu coğrafyasında bir kelle istiyordu ve Irak artık hedefti. Kitle imha silahları olduğu yönünde yalan bir iddia ile sözde kamuoyu da susturuldu. Zaten Saddam’ı savunan da ne dışarıda ne içerde kimse yoktu. Nitekim işgal girişimi çok uzun sürmedi , iç direnişte olmayınca Abd , Irak’a demokrasi ! getirdi ve sonrasında olan oldu , Irak iç çatışma ve terör hadiseleri ile kaosa sürüklendi.

Abd , bugün bakıldığında Irak işgali ile bir şey kazanmış mıdır ? Göründüğü kadarıyla kazanmış olduğu somut bir kazanım ve müttefikte yoktur sadece İran nüfuz bölgesi , Şiiler üzerinden genişlemiş oldu.Nitekim bunu eski İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’da ifade etmiştir.

O günlerde İngiltere hariç diğer Avrupa ülkelerinin Irak işgalini desteklemediği ifade ediliyordu ve netice de İsrail’de Irak işgali zamanında Abd’yi söylem olarak destekle de askeri bir destek içerisinde değildi. Zaten Müslüman kamuoyunda bu işgalin İsrail güvenliği için yapıldığı tezine karşı birde İsrail’in Abd yanında saf tutması beklenemezdi.

İşgalden sonra Abd Başkanı Bush , Büyük Ortadoğu Projesi adıyla , Ortadoğu ülkelerine demokrasi götürmek ve terörden arındırma maksatlı sözler söylemeye başladı.Ardından İran –Suriye gibi ülkeleri teröre destek vermekle itham etti. Büyük Ortadoğu Pojesi’nin ise Ortadoğu ülkelerinin sınırlarının yeniden değişeceği bir süreç olduğu antitezi de bu arada konuşulmaya başlandı.

Irak işgali sonrası stabil giden coğrafya da birden 2010 yılında bir çok Arap ülkesinde hükümet karşıtı protestolar başladı. Bir çok ülkede siyasi istikrarsızlık ve çatışmaya dönse de bunu toparlayamayan üç ülke oldu , Yemen , Libya ve Suriye

Suriye İç Savaşı

Yemen olaylarında İran –Suudi Arabistan , Suriye olaylarında Türkiye –İran – Rusya , Libya olaylarında Abd , Fransa , Rusya gibi ülkelerin doğrudan müdahil olduğu bir takım çatışmalar çıktı.

Arap Baharı’nın , Abd çıkarlarına hizmet ettiği iddiasına bakılırsa daha da istikrarsızlaşan ve kanlı iç çatışmalara sürüklenen bölgede şahsi kanaatim Abd nüfuzunun azaldığı yönünde , Abd bu çatışmalara doğrudan müdahil olmak yerine bölgeden desteklediği terör örgütleri ve milislerle taraf olmaya devam ediyor. Olaylar da öyle karmaşık hale gelmiş durumdadır ki , küçük çaplı askeri müdahale ile de çözülmesi gitgide imkansız haldedir.Yani bu kaosu büyük bir askeri operasyonla baka bir ülkeler hizaya sokabilir mi ? Buna yeltenen herhangi bir ülke yoktur.

Suriye’de rejimin gitmesi istenmiyor , rejim durdukça muhaliflerin ve sığınmacıların ülkeye dönmesi mümkün değil , Rusya ve İran nüfuzu ile çekişme olduğu gibi Abd destekli Ypg nedeniyle Türkiye –Abd ilişkileri gergin , Türkiye en uzun sınırında büyük bir güvensizlik yaşıyor , 4 milyon Suriyeli sığınmacı Türkiye’de yaşıyor. Suriye’nin kaotik bir durumu var.Sureye’de uzun süren bir ateşkes yaşansa bile Suriye İç Savaşı’nın sorunlarının çözümü , ülkenin yeniden imarı , siyasal geleceğinin belirsizliği yakın vadede çözülebilecek sorunlar değil.

 

Yemen İç Savaşı

Aynı durum Yemen’de yaşanıyor , iç çatışma nedeniyle iç göç yaşanmış , ekonomi iflas etmiş , mezhep çatışması had safhada , Suudi operasyonu başarısız olmuş ,İran nüfuzunda Husiler adlı bir örgütün kontrolsüz faaliyetleri var. Ülke fiilen bir bölünme yaşamış durumda , buradaki gerginliğin de barışçıl bir şekilde çözümü mümkün görünmüyor.Çünkü araya kan girmiş toplumlarda yeniden bir arada yaşama becerisi zor sağlanabilen bir hadisedir ve böyle karmakarışık bir coğrafyada bu çok daha zordur.

Libya İç Savaşı

Libya gibi müreffeh bir ülke de Kaddafi ve sonrası iç savaş ıileekonomik zorluğa girmiş , çeşitli ülkelerin desteklediği güçler nedeniyle siyasal birlik bulunmamaktadır.

Bu üç ülkede de Abd , doğrudan askeri müdahale seçeneğinden uzak kalmaktadır acaba kaosun devam etmesini mi istemektedir ? yoksa askeri müdahale de güçlük yaşayacağı için uzak mı durmaktadır.

Ukrayna Savaşı

Ortadoğu haricinde bu sefer Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmeye kalkışması yeni bir savaş doğurmuştur bu sefer savaş Avrupa’ya sıçramıştır. Avrupa ve Abd , Ukrayna’nın koşulsuz yanında olsa da yine ne bir Avrupa ülkesi ne Nato ne Abd doğrudan çatışmanın tarafı değildir.

Hamas –İsrail Savaşı

Tüm bu çatışma geçmişinden sonra yeniden Hamas –İsrail Savaşı’na gelelim ve vaziyete bakalım.

Hiçbir ülke yine askeri açıdan çatışmanın tarafı olmamaktadır.

Acaba bu çatışmalar hali hazırda Filistin Devleti diye bir devlet fiilen sınırları belli ve bağımsız olmadığı için ve İsrail işgali altında bulunduğu da düşünüldüğünde bu savaşa İsrail İç Savaşı denebilir mi ?

İsrail çatışmaları sonlandırabilecek güce ve iradeye sahip midir ?

Gazze tahliye mi edilecektir ? yoksa Filistin Devleti mi kurulacaktır ?

Sonuç

Şahsi kanaatim İsrail’in kurulduğundan beri kontrol ve dengede tuttuğu ki bu bazen askeri üstünlükle de takviye edilmiş ezici ve insanlık dışı uygulamalarına dayanan durumu bozulmuş , güvenlik kaygısına düşmüş ve artık üzerinden 5 ay geçmiş bir çatışmayı dahi nihayete erdirememiş bir ülke konumuna düşmüştür. İsrail’in sınırları güvensizdir.

Gazze’de geçici ateşkesler , kalıcı ateşkesler de yapılsa da çatışma tehdidi artık ne kadar süreceği belirsiz bir gerilime evrilmiştir.

İsrailliler de artık kendini savaştan uzak güvenli bir ülke anlayışından iç savaş yaşamış ülke psikolojisine doğru gideceklerdir.İsrail de gitgide radikalleşecek ve her olayda eline silahı daha fazla alacaktır.Bu daha fazla kan , göz yaşı ve ölüm getirecektir.

Gazze büyük bir yıkım ve soykırım yaşasa da Sina Çölüne tehcir gibi projelerin uygulanıp uygulanmayacağı pek dillendirilmiyor. Bu bir proje olarak mı gerçekleşecek yoksa bir ateşkes sonrası insanların doğal bir yönelimi ile mi gerçekleşecek bilinmez.Gazze’nin tahrip olmuş alt ve üst yapısı ile savaş öncesi mevcut durumunu devam ettirebilme kapasitesi çok zorlaşmıştır. Gazze halkı barınmaya , sağlığa , gıdaya , suya muhtaç hale gelmiştir. Açık hava hapishanesinden adeta toplama kampına dönüştürülmüş bir Gazze vardır.

İsrail yanına başka bir devleti askeri anlamda da çekecek güce sahip midir ?.Zaten bu olsa olsa Abd olur ama Abd’nin bölgeye Filistinlileri bombalama şeklinde geleceğinin şimdilik bir emaresi yoktur , görünürde tarafları uzlaştırma maksadıyla olaya doğrudan müdahil olabilir. Zaten kibirli ve barbar israil de ben acizmiyim ki ( acizdir ) Abd askeri desteğine muhtaç olayım diyebilir. İsrail bu savaştan sonra yeni askeri teknolojiler ve silah alımı gibi girişimlerde bulunacağı açıktır bunu ne kadar yapacak göreceğiz. Kimler ne satacak ne destek verecek bunu zaman gösterecek.

Gazze’ye bir Arap Barış gücü konuşlanabilir mi ? Bu konuda medyada yazılıp çizilmektedir.Bunu İsrail kabul eder mi  ? Şahsi kanaatim karşısında Hamas dururken yerine çok uluslu bir gücün İsrail’in yanına gelmesini kabul etsin veya denildiği gibi silahtan arındırılmış bir Gazze projesi mümkün mü ? çok mümkün gözükmemektedir. Bu durumda Gazze’nin kurtuluşu falan değil Abd güdümünde kukla bir Filistin devletidir.

Filistin’in sadece Gazze bölgesinden Mısır ile sınırı bulunmakta olup bölgenin diğer güçlü ülkeleriyle sınırı bulunmamaktadır.Suudi Arabistan’ın şuan mevcut İsrail ile sınır komşuluğunun olmamasının ne gibi etkileri var.

İsrail ile Suudi Arabistan arasında tampon bir devlet var , Ürdün. Ürdün bölgede istikrara nispeten sahip bir ülke ama butik bir ülke olarak , siyasi , askeri ve ekonomik bir gücü yok , nitekim Batı Şeria bölgesine dair de artık yakın geçmişte olan gücü de yok. Ürdün artık denklemde ki bir ülke değil , Ürdün Suudi Arabistan gibi güçlü bir ekonomisi olan komşusu ve tabi hanedanlarının geçmiş çatışmalarından kaynaklı olarak Suudi Arabistan’dan endişe duyduğunu düşünüyorum. Ürdün geleneksel İngiltere nüfuz bölgesinde kalmakta olup Ürdün’ün Katar’dan başka siyasi ilişki geliştirebileceği bir Arap ülkesi kalmamaktadır.

Ürdün tabii Batı Şeria bölgesinde gücü zayıflasa da hukuki bir aktörken acaba bölgesel savaşın kurbanı Ürdün olabilir mi ? Ürdün’ü izlemek lazım Ürdün’ün geleceği bazı riskler barındırıyor. İsrail ile Suudi Arabistan komşu mu olacak yoksa bu tampon devlet durmaya devam edecek mi ?

Ortadoğu’nun 4 güçlü ülkesi Türkiye ,İran , Suudi Arabistan ve Mısır ne yapmaktadır ? gelecekte ne yapacaklardır ? Pozisyonları uyumlumudur ?

Yine şahsi kanaatim , Mısır her ne kadar Refah sınır kapısı açısından eleştirilse de çok yanlış bir yerde durmamaktadır. Ateşkes görüşmelerinde taraftır. Mısır’ın istikrarı tabii önemlidir , Mısır mevzusu ,Gazzelilerin Sina çölüne sürülmesi gibi projeler ile ortaya çıkacak durumdadır ,Mısır’ın buna akrşı direnmesi çok önemli.

Türkiye’nin ise ekonomik ve Suriye üzerinden tehditler olabileceği ve istikrarsızlık yaşayabileceği nedeniyle iç kaygısının yüksek olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle çatışmalar konusunda diğer bölge ülkelerinden de çok farklı bir pozisyonda yer alamadı.

İran ise bölgede ki destekli uzantılarına nokta atışı yapılan saldırılarla ansızın şok edici bazı saldırılara uğrayabileceği endişesi içerisindedir.

Suudi Arabistan ise İsrail ile yakınlaşma iddiaları içerisindeyken resmi açıdan makul açıklamalar yapmaktadır.

Fakat bu dört ülkenin de Gazze’ye yönelik saldırıların engellenmesi noktasında dünyada baskı kurabilecek bir mekanizmaya ve güce sahip olmadığı da ortaya çıkmıştır.

Bölge ülkelerinden diplomatik açıdan en aktifi ise Katar’dır.

Abd olmadan yine hiçbir Avrupa ülkesinin siyasi ve askeri bir risk almasının da mümkün olmadığı yine görülmüştür.

Dünyanın diğer bölgelerinden de başka bir ülkenin yine askeri ve diplomatik düzeyde bu sorunun çözümü noktasında taraf olma gücü de pek  yoktur. Hint kıtası Müslümanlarının veya Uzak Doğu Müslümanlarının İsrail ile ilişkileri olmasa da o ülkelerin İsrail’i tehdit edebilecek siyasi ve askeri güçleri yoktur bu denklemin içinde değillerdir.

Gazze ve Filistin’de çatışmaların bıçak gibi kesileceğini , Gazze’nin imar edilip her şeyin eskisi gibi olacağını yakın vade de olacağını sanmıyorum. Abd bu süreçte savaşın yayılmasını önleme maksatlı baskı oluşturacağını fakat başka bir noktadan yeni bir çatışma noktasının da çıkacağını düşünüyorum. Ürdün’de bir şeyler olabilir mi ? Ortadoğu mu olur başka yer mi olur bilemem.

Velhasıl olayların gidişini 1956’dan beri olduğu gibi Abd  politikalarının seyri belirleyecek işte bu düzen kırılabilirse ancak Ortadoğu da köklü değişimler olabilir. Abd hala Ortadoğu’dan çekilmiş yahut askeri ekonomik gücü bitmiş bir ülke değildir , belki ekonomik anlamda bazı rakipleriyle çekişmeler yaşasa da hala askeri güç anlamında belirleyicidir. O olmadan ne başka ülkeler ortak bir askeri  girişimde bulunabiliyor ne de Abd ile büyük güç denilebilecek bir ülke askeri anlamda çatışıyor. Yani Abd , Ortadoğu’dan atılamıyor.

Bu yazıyı Abd büyük güçtür , süper güçtür reklamı yapmak için yazmadım tabii , olayların seyri ve realitenin bunu gösterdiğini  , Abd’nin aktif veya pasif durduğu pozisyonların bölgede ki denklemleri etkilediğini , gücünün her şeye yetemediği veya çözemediğini ama silahların çalıştığı bir yerde ancak  Abd’nin izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

David Fromkin’in meşhur kitabı “Barış Son Veren Barış “ Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve modern Ortadoğu devletlerinin kuruluşunu anlatıyor tabii bu daha sonra İsrail’in kuruluşu ve Süveyş krizinden sonra Kissenger’in tasarladığı denilen ortadoğuya döndü.Kissenger’in Sovyetleri’i ortadoğudan uzak tutmak ve İsrail’i dengede tuttuğu politik tasarımın artık çöktüğü de öne sürülüyor , Sovyetler zaten çöktü fakat bu politik tasarım da farklılaşan kontrolden çıkan İsrail’de bu Kissenger barışını bozduğu yönünde.Gerçi geleneksel Abd politikasının , Irak işgalinden itibaren bozulduğu tezleri de var.Abd bölgede o işgalden beri diplomatik çözüm de sunamıyor , oysa 2000 yılında Clinton , Filistin – İsrail nihai barışı için çözüm süreci içerisindeydi fakat gerçekleşmedi.Ardından Filistin’de ikinci intifada başladı , bu intifada Fikri’nin Arafat’ın planı olduğu öne sürülüyor.Fakat 2004’te bu sefer Arafat şüpheli şekilde öldü ve ardından Batı Şeria bölgesi daha fazla İsrail kontrolüne girdi.FKÖ  o eski direniş gücünü artık kaybetti , başında yaşlı Abbas ile Abd Dış İşleri Bakanı’na “ buradan ev al “ tahttan indirilip sürgün edilmiş hükümdarlara has bir tören sultanına dönüşmüş durumda.

İkinci intifadanın Filistin’e bir faydası olmadığı görülüyor eğer Gazze saldırısı’da Hamas’ın bitirildiği , Gazzelilerin tehcir edildiği bir sonuca çıkarsa ki bu tarihin akışı içerisinde nasıl bir konumda olabileceğini gösterir. Savaşa yaklaşmakta , barışa yaklaşmakta riskler barındırır. Bir üçüncü yol ise statükoyu korumaktır. Statükoyu korumanın en büyük zorluğu süreç içerisinde ki manevi baskıdır. Oysa savaş daha büyük sıkıntıya rağmen gerilen zembereğin boşalması ile manevi rahatlama sağlar.

Filistin statükosunun korunması işi bitmiştir. Artık korunacak bir statüko kalmamıştır.

Yeni bir Filistin denklemi kurulacak , bütün bu sessizlik esasında onun ayak sesleri daha büyük bir savaş mı getirecek yoksa uzlaşı mı ? Geçmiş yaklaşımlara dayalı her şeyin miadı dolmuş durumda.

Yeni Filistin , askerden arındırılmış bir Filistin ve artık Abd kontrolünden iyice çıkmış İsrail ise vay halimize , İsrail gözünü Akdeniz sahillerine diker.

O zaman güçlü bir şekilde haykıralım “ Diren Gazze “ 12.02.2024

Mehmet Emin Başalp

 

DEPREMİN YILDÖNÜMÜ

 

deprem bebek

DEPREMİN YILDÖNÜMÜ

Cep telefonuma notlar almışım  ;

6 Şubat 2023

Türkiye korkunç ir depremle sarsıldı

Öğleyin ikinci depremi işyerinde Konya’da bile hissettik

Dışarıda kar tipisi var

Moralsiziz

Çocuklar bilmeseler ve herhangi bir şey izlemeseler de bizden etkilendiler ağlıyorlar,

Allah yardımcımız olsun.

7 Şubat 2023

Bölgeden üzücü ve şok edici görüntüler geliyor.

Vefat sayısı artıyor.

Bir meslektaşımızın oğlu vefat etmiş , cenaze törenine katıldık , çok acı

Yardım toplama merkezinde yardımcı oluyoruz , dışarıda dondurucu soğuk var , Konya halkı seferber

Moral bozukluğu ile ısınamıyorum , soğuktan titriyorum , kafamı toparlayamıyorum.

8 Şubat 2023

Yardım organizasyonlarına yardımcı olmaya çalışıyorum.

Eş dosttan bölgeye gidenler var , yardım ulaştırmaya çalışıyorlar.

İnsan bir şeyler yapamadıkça içi daralıyor , bölgeden görüntüler haberler iç burkuyor , tahminlerin ötesinde bir felaket

Tüm ülkenin psikolojisinin alt üst olduğunu düşünüyorum , Allah yardımcımız olsun daha neler olacak neler yapabileceğiz bilmiyorum , düşünceliyiz.

9 Şubat 2023

Antalya’da duruşmam vardı , erken saatte yola düştük , karlı havada gittik gidip geceye doğru döndük.

Yardım merkezine uğramadan olmazdı , depremzedeler için eşya götürdük.

10 Şubat 2023

Deprem bölgesinden acı haberler alıyoruz.

Akşam depremzedelere yardıma giderken araç bozuldu ,çekici ile  sanayiye götürdük.

Din , devlet , millet düşmanı provokatörler sosyal medyada milletin sinir uçlarıyla oynuyorlar.

11 Şubat 2023

Can kaybı artıyor ama sevindiren kurtuluş haberleri de duyuyoruz.

 

Bunlar deprem bölgesinden uzakta yaşadığımız sarsıcı halin içinde aldığım notlar.Hatırladığım kadarıyla biz hukukçular da büyük bir sıkıntı içerisindeydik çünkü notlarıma da yansımış , adli işlemler devam etmekteydi , depremden üç gün sonra Antalya’ya duruşmaya gitmiştim , sıkıntılı bir dava süreci vardı , gündüz dava ile kafamı toplayıp bir şeyler yazmaya çalışıyordum , akşamları yardım merkezlerinde çalışıyorduk , havanın da soğuk olması ile ne kadar sıkı giyinirsek giyinelim psikolojik etki ile de titriyorduk.

Buralarda şartlar böyleyken , 11 ilimizi , bir çok ilçemizi , köyümüzü etkileyen Anadolu’nun bilinen en büyük depremlerinden birini geçirmiştik.İlk saatler işyerinde sadece Kahramanmaraş bölgesinde çokta yıkıma yol açmamış bir deprem olabileceğini tahmin ediyor konuşuyorduk  , öğleye doğru masalarımız aniden sallandığında şaşırmıştık ve Maraş’ta yine büyük bir deprem olduğunu sosyal medyadan öğrendik , devamı saat ve günlerde meğer depremin Hatay’dan , Adıyaman’a , Gaziantep’ten Malatya’ya büyük bir yıkıma yol açtığını görüyor , izlediğimiz görüntüler , gidenlerin mesajlarından dehşete düşüyorduk.Depremzedelerin yaşadığı acı ve psikolojiyi düşünemiyorum.

İlk günler deprem bölgesine hareket eden eş ve dostlar vardı , gidip gitmeme noktasında arada kalıyorum , notlarımda da belirttiğim üzere önemli bir dava ile uğraşıyordum ve Antalya’da duruşmam vardı , yollar karlı ve soğuktu ve kötü bir mevsimlik lastiğim vardı , yine notlarda görüleceği üzere arabam da arızalanmıştı. O günler ne kadar tedbirsiz olduğumuzu düşünüyorduk , giden arkadaşların mesajları da , arama kurtarma faaliyeti içerisinde olunmayacaksa kalabalık etmemek için gelinmemesi yönündeydi , nitekim yetkililer de aynı çağrıları yapıyordu.Depremin ilk günlerinde bölgeye gitmedim.

Depremin ilk günlerinden itibaren ülkenin çeşitli yerlerine hızlı bir göç başladı , depremzedeler üniversite yurtlarına , boş yurtlara yerleştiriliyordu , nitekim evimizin önünde bir ortaöğretim yurdu vardı ve her taraf birden 31 ve 46 plakalı araçlarla doldu , artık trafikte de önümüze deprem bölgesi plakalı araçlar çıkıyordu. Whatsaap gruplarında depremzedeler için kiralık ev aranıyordu fakat ülkemiz ve şehrimiz de kiralık ev sıkıntısı daha öncede vardı.Elimizden çok bir şey gelmiyordu.

Canlı çıkma umudunun kalmaması ve içinde depremzede olan enkazlarda çalışmaların bitmesi ile deprem gündemi bir nebze azalmıştı.Ardından ramazan ayı gelmiş ve yardım faaliyetleri bölgeye yoğunlaşmıştı.Bende ilk defa ramazan ayıydı tarihini hatırlamıyorum Hatay’a MEC Vakfı’nın yardımlarını dağıtmak için aracımla gittim.

Yıllar evvel iş için Adana’ya kısa süreliğine gitmiştim ve yine Adana merkezi de bir kere gezmek için gitmiş daha ötesini görmemiştim. Adana depremden etkilenmiş ama yıkımın az olduğu bir ilçeydi. Hatay sınırlarına girdiğimizde de gece Erzin zaten az etkilenmiş bir ilçe olduğunu biliyorduk , Dörtyol ,İskenderun uzaktan görüyor ışıklar yanıyordu hep çok şükür normale dönüş hızlanmış halde diyordum , Belen bölgesinde çökmüş evleri ilk defa yakından gördüm ardından Antakya’ya girdiğimizde büyük bir yıkımla karşılaştık , yardım dağıtacağımız kamuoyunda çokça konuşulan rezidansın enkazına yakındı , enkaz çukurunu görmüştüm , askerler yol aralarında bekliyorlardı , her tarafa büyük moloz yığınları yıkılmıştı. Yardımı Hatay’ın dağlık mahallesi civarında dağıtacaktık , oralarda yer alan tek katlı yahut iki katlı bitişik nizam mahalleler çok hasar görmemişti. Merkez ve Kırıkhan’da Çadırkentte dağıtımdan sonra Yayladığı ilçesinin bir köyünde misafir kaldık , iftar ve sahuru yapıp dönüş için yola çıkmıştık , merkezinde Asi nehri civarında yoğun yıkım dehşete düşürmüştü ve açık herhangi bir ticari işletme de yoktu.

Daha sonra Kurban Bayram’ında et dağıtımı içinde bir arkadaşla gittik , hava sıcak biraz daha vaktimiz vardı.Hatay’da ki yıkımı daha fazla görme imkanımız oldu , hala binalar yıkılmaya devam ediyordu , ilk gittiğime göre çoğu yol enkazlar nedeniyle kapanmıştı , dükkanların olduğu oto sanayi gibi bir yere de gittiğimizde tek tük onarımlarla ticari bir faaliyet başlamıştı ama alt yapı berbat her yer çamur içindeydi. Kısmen giden depremzedeler dönmüş , konteyner kentler kurulmuştu. Tarihi eserler yıkılmış haldeydi , sokaklarda açık ticari işletme yoktu , derme çatma bir çay ocağında uykusuz olduğumuz için bir kahve içmiştik , oldukça acı ama lezzetli kahve bizi kendine getirmişti.Yemek yiyecek bir yer bulamamıştık , Gaziantep’e geçecektik yolda yeriz dedik , yol üstü diye Ukkaşe R.Anh türbesini bir ziyaret etmek isterdim ona uğradık sapa yüksek bir yerdeydi ve deprem nedeniyle türbe ve külliye tamamen yıkılmıştı , o haliyle ziyaret ettik , Gaziantep’i ertesi gün gezdik dolaştık , merkezinde deprem hasarı olmadığından ve şehir canlı olduğundan deprem geçirdiği hissedilmiyordu , sadece tarihi camiler mühürlenmiş ve kalesinde yıkım gözüküyordu.

Bölgenin diğer illerini görmedim , sadece birkaç ay önce Elazığ’a giderken gece otobüs ile Malatya’dan geçtim tabii Hatay gibi bir yıkım görüntüsü yoktu , şehir canlı haldeydi. Depremin en fazla Hatay merkez , Maraş merkez ve Adıyaman’ı etkilediği hep söylendi tabii Maraş’ı görmediğim için bir Hatay ve Maraş kıyası yapamıyorum ama görenlerin Hatay merkezin en kötü etkilenen yer olduğunu söylüyorlar.

Depremin üzerinden bir yıl hemen geçti , kayıpları olanlar depremi unutmayacaklar , bölgenin kendine gelmesi zaman alacak ama ülkemizin deprem ülkesi olduğu gerçeğini unutmamak gerekiyor. Depreme hazırlıklı olmamız , tedbirimizi almamız lazım , ülkemiz maalesef kısa denilebilecek periyotlarla yıkıcı depremler yaşıyor.40 yaşına yaklaşırken 99 Marmara depremi ve 2023 Maraş depremi gibi iki büyük felaketi müşahade ettim. Allah muhafaza ülkemizin diğer yerlerinde deprem olmayacağının bir garantisi yok , tedbir almamız lazım.

Depreme dayanıklılık , arama kurtarma , bilinç düzeyi , lojistik gibi hadiseler teknik düzeyde işler ehil olan kişilerin hem devleti hem sivil toplum kuruluşlarını , hem halkı eğitmeye , yönlendirmeye ihtiyacı var. Deprem riski büyük olan şehirlerimizde depremden etkilenmeyecek şekilde korunaklı , malzeme ekipman stoğu yapmak zorundayız çünkü şehirlerimizi bir anda dönüştürmemizin pek mümkün olmadığı bir realitedir. Deprem zamanı şöyle yapacağız böyle yapacağız konuşmaları olur ama zayıf yapıların dönüşümü pek kolay değildir çünkü maliyet içerir. Türkiye’nin yapı anlayışını da çeşitlendirmesi gerekmektedir.Dayanıksız , niteliksiz yapılardan kurtulmamız lazım ama aynı zamanda şehir dokusunu da alt üst edecek , şehirlerimizi , köylerimizi kimliksizleştirecek mimariden , sokak dokusundan da uzak durmamız lazım.Yeni kurulan şehirler toplu konutlardan oluşan yerleşkeler değil kadim şehirlerimizin ruhunu yansıtacak özellikte olmalıdır.

Allah devlete zeval vermesin bakınız bugün deprem bölgesinde devlet var.Deprem olduğunda da devlet elinden geleni yapmıştır.İllaki aksayan , eksik , gedik , yetersiz , bilinçsiz işlerde olabilir , bu kadar büyük bir enkaza herhangi bir devletinde hepsine birden yetişmesi mümkün de değildir , depremde yıkılan binayı azaltabilmek enkaza ulaşmayı kolaylaştırabilir sadece.

Konya Büyükşehir Belediyesi ve Konya belediyeleri , Konya STK ve halkına da teşekkür etmek lazım Hatay bölgesinde hepimizi duygulandıracak işler yaptılar , Hatay halkı da bu konuda minnettar.Allah razı olsun.

Deprem zamanı sağolsun gençler çok aktiflerdi , tüm gençlerimizi tebrik ediyorum.

Milletimizin , memleketimizin kötüsü yok mu ? var , deprem çıkarcılığı yapan da oldu , hırsızlık yapan da olsu , sosyal medya dezanformasyonu yapan da oldu. Yalan yanlış bilgi yayan oldu. Kötülere fırsat vermedikçe iyi bir toplum oldukça bu pisliklerin gücü kırılır.

Allah bir daha memleketimize , insanlığa böyle acılar yaşatmasın , inşaallah en kısa sürede yaraların sarılmasını da nasip etsin.

Askerdeyken duvarlarda bir yazı yazardı “Disiplinin olmadığı yerde kan ve gözyaşı vardır “ evet şehircilik disiplini olmazsa , yapı yapımında disiplin olmazsa , denetimde disiplin olmazsa , hukukta disiplin olmazsa , cezada disiplin olmazsa ,velhasıl her işimiz niteliksiz , yüzeysel , günü kurtaran , adi , kalitesiz olursa bizi bulan kan ve gözyaşı oluyor. Disiplin , ciddiyet , hassasiyet en önemli şeyler , idarecilerimiz kötü olasılıkları düşünecek karakterde ve bilinçte olmalıdır. Patalojik bir rahatsızlık olarak kötümserlik değil  ama tedbire sevk edecek bir kötümserliğe ihtiyacımız var. Devletin ve milletin “ bir şey olmaz “ deme lüksü yok.

Allah’tan depremde vefat eden insanlarımıza rahmet diliyor , yaralılara acil şifalar diliyorum. Depremzedeleri unutmayalım , toplumsal hafızamızı daha iyisi için , umut için canlı tutalım , boşvermiş bir unutkanlık bizim büyük bir sorunumuz lütfen daha duyarlı olalım. Allah bir daha böyle felaketler yaşatmasın. 05.02.2024

 

Mehmet Emin Başalp

 

 

 

CUMHURİYETİN YÜZÜNCÜ YILI YAZILARI – 3 CUMHURİYET VE DİN

100 Yıllık cumhuriyet tarihinde din , devlet ve toplum arasında ki ilişkiler hep problemli oldu. Türkiye ikinci yüzyılına bu problemleri ne kadar taşıyacak , ne kadar çözecek , ne kadar dönüşecek belirsiz , belirsiz olmayan bunların kesinlikle yaşanacağı.

Dini çeşitliliği yüksek ve nüfus oranı fazla Osmanlı İmparatorluğu’nun aksine Türkiye Cumhuriyeti , Lozan mübadelesi , Yahudilerin israil’in kurulması ile göçü , çeşitli sebeplerle rum göçü , ermeni nüfusunun kendisini artıracak nüfus potansiyeline sahip olmaması nedeniyle neredeyse tamamı Müslüman nüfustan oluşan bir ülkedir. 1927 nüfus sayımında azınlık nüfusu toplam nüfusun  % 2,4’ü iken bu sayı ( rum , ermeni ve yahudi ) 90 bin civarındadır neredeyse bir büyükşehirde yer alan büyükçe bir mahalle nüfusu kadar gayrimüslim azınlık kalmıştır. Bugün Türkiye’de bir takım yerli ihtidalar , Avrupa’dan gelip sahil kesimine yerleşen kişiler , azınlıklar arasında sayılmayan sayıları az başka bir hristiyan mezhebi olan süryaniler , kaçak hristiyan göçmenler gibi çeşitli gayrimüslim nüfus olabilir ama bu hususta büyük bir nüfus varlığı olmadığından problemler daha azdır.

Bilindik problemler , Fener Patrikahanesi’nin ekümenik ünvanını kullanmasının iç kamuoyunda rahatsızlık oluşturması.Fener Patrikhanesi’nin eğitim kurumu olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapalı olması nedeniyle ruhani yetiştirememesi.Yahudi nüfusun , siyonizm ve israil politikalarından kaynaklı kaygıları ile ermeni nüfusun , Diaspora Ermenilerinin ve Ermenistan’ın soykırım iddialarından kaynaklı bazı gerginlikler bulunmaktadır.Azınlık vakıfları sorunu çözülmüş , genel itibariyle ibadet sorunları bulunmamaktadır.

Müslüman nüfus konusunda ise devlet herhangi bir mezhep ayrımı ( Klasik mezhepler ayrımı , Sünni , Şii , Hanefi , Caferi , Şafii gibi ) yapmadığından net sayılar bilinmemektedir. Türkiye’de mezhep konusu klasik mezhep ayrımları noktasında değerlendirilecek boyutta olmayıp ülkeye has Alevi toplumunun inanç ve kültür öğelerinden kaynaklı bu mevzu anlaşılır.  Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda muhtemelen Aleviler mezhepten ziyade bir tarikat yapılanması olarak görüldüğünden ve tüm tarikatlarla birlikte yasaklama kapsamına girdiler. Nitekim kullanılan unvan ve mekan adlandırmaları ile de Aleviliği mezhepten ziyade batıni karakterli Anadolu’ya has bir sufi geleneğe dayandırıyordu.Türkiye’de az sayıda Şii/Caferi’de bulunmakta olup zaten onların mezhepleri gereği din adamlarında devlet bağlılığı istenmemektedir. Genelde Şii eğitim kurumları olan ülkelerde eğitim alıp görev yapmaktadırlar.

Ayrıca Anadolu’da Sünni olsun Alevi olsun Türk , Kürt hangi etnik temelden gelirse gelsin yaygın bir tasavvuf kültürü ve tarikat yapılanması vardı. Bu yapılanmalar en ücra köşelerden en entelektüel köşelere kadar çeşitli , usul ,  meşrep ve isimler altında garip bir armoni altında yaşıyorlardı. Cumhuriyetle birlikte bu kurumlar ve faaliyetleri de yasaklandı.

Alevi/Bektaşilik ile Sünni Tarikat mensupları bu yasaklama sürecinde değişik temayüller belirmiştir. Aleviliğin ayrı bir inanç kolu olduğu veya mezhep olduğu , ayrı ibadethanelerinin olduğu vurgusu ve temayülü artarken Sünni Tarikatlarda eski gelenek ve kurumları muhafaza edemediğinden vakıf , dernek gibi oluşumlarla cemaatleşme yani yaygınlaşma temayülü baskın gelmiştir. Türkiye’de ne kadar Alevi , Bektaşi , Tarikat mensubu vb olduğu ise bilinmemektedir. Resmi olarak bir çok kısıtlama olduğundan de facto gelişmeler ile sürmektedir.

Alevi ve Bektaşilerin , Cemevi ibadethanemidir değil midir tartışması uzun yıllardır devam etmektedir. Zaman zaman provake edildiğinde toplumsal bir gerginlik çıkma ihtimali güvenlik endişesi oluşturmaktadır. Alevilerin Osmanlı’dan da gelen devletle yaşanan problemler nedeniyle protest tavırları yumuşamamaktadır. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı adıyla bir kurum kurulmuştur. İlerleyen süreçte Alevi – Bektaşi geleneği ve mensupları nereye evrilecektir bilinmemektedir. Genelde taşra kökenli ve taşra da baskın devam eden kültürün herhalde cumhuriyetin ikinci yüzyılında kentli Alevi kültürü konusunda gelişmeler yaşanabilir.

Sünni Tarikatlar ise resmi anlamda klasik kurumlarını açamamakta , hem seküler görüş hem sufilik karşıtı dini görüş mensuplarınca gericilik ve hurafecilikle suçlanmakta hem de cemaatleşmenin getirdiği problem olarak toplumda şeffaflık sorgulanması yaşanmaktadır. Sünni Tarikatlarda cemaatleşme temayülünün daha da artacağı görülmektedir o nedenle de artık bu tasavvufi cemaatlerin kendi iç düzenlerine ağırlık vereceklerini düşünülebilir.Cemaatleşen tarikatların faaliyetlerinin açık tamamen denetlenebilir düzeyde olması gerekmektedir. Kaçınmacı psikolojiden kurtulmaları gerekmektedir bütün faaliyetlerinin resmi kuruluşlar vasıtasıyla yürütülmesi gerekmektedir. Ayrıca garipsenen söylem ve eylemlerle tasavvufunun da içini boşaltan adımlar attıkları gözükmektedir.

Bu toplumsal yapılardan sonra Türkiye’nin büyük çoğunluğunu oluşturan Müslüman nüfusun kurumlar ve reflekslerine gelirsek gidişat ne yöndedir.Ülkede en büyük İslami kuruluş devlete bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.Bütçesi , teşkilatı olan müftülükler vasıtasıyla tüm camii ve Kuran kurslarını yönlendiren Diyanet İşleri Başkanlığı aynı zamanda dini görüş ve uygulamaları ile İslam adına söz söyleyen yetkili kurumdur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın cumhuriyetin kuruluşunda düşünülen , tahmin edilen boyuttan daha ileri bir kuruma geldiği söylenebilir. Tabii tarihinden itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı kanaatimce başarılı çalışmalar ortaya koymuştur fakat siyasi tartışmalarda da adı sıklıkla anılmaktadır.Şahsi düşüncem Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurum olarak daha gelişeceğini ve hizmet kalitesini artıracağını düşünüyorum.Büyük bir kurumdur , çok sayıda eğitimli personeli vardır.Artık ilk yıllarda ki gibi dini şekli dönüştürecek bir kurum değil temel kurum haline geldiği açıktır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ise en zayıf noktası Müslümanlara  yönelik entelektüel ve estetik faaliyetlerde yeterli başarıyı gösterememesidir.

Ülkede din adına en yüksek eğitim kurumları üniversitelerin ilahiyat fakülteleridir.Bir çok üniversitede bu fakülte bulunup akademisyenler çeşitli çalışmalar yapmaktadır.Cumhuriyetin ilk yıllarına göre bu sahada önemli aşamalar kat edilmiştir. Akademisyenlerin akademik dili ve reformist ilahiyatçıların söylemleri zaman zaman  gelenekçiler tarafından tenkide tutulmaktadır. Bazı akademisyenlerin de akademik dünyadan çıkıp toplumda din tartışması çıkarmaları da ayrı bir sorun olarak görülmektedir. Genel itibariyle ilahiyat fakültelerinin de dini gelişmelere ülkemizde büyük katkı sağladığı görülecektir.İalhiyat fakültelerinin temel sorunu Arapça konusunda zayıflık ve İslam dünyası kapsamında tanınan ilim adamı prototipini üretememesidir. Eğitim kalitesinin artmasının ancak Arapça konusunda ilerleme ile sağlanacağını düşünmekteyim.

Diğer eğitim kurumu imam hatip liseleridir.İmam hatip liseleri bir meslek okulu olmasına rağmen bu düzeyde kalmamıştır işin realitesi dini bilgi derslerine ağırlık veren devlet okulu düzeyindedir ve maalesef cumhuriyet tarihinin en  sert siyasi – dini çatışması bu okul üzerinden yürümüştür.İmam Hatip okullarının geleceğini ikinci yüzyılda konuşmak gerekiyor , imam hatip okullarının bunca yıl oluşturduğu müktesabatın mutlaka koruması gerekmektedir. Tabii Türkiye’de özel düzeyde din eğitimi veren ortaokul ve lise kurumu yoktur bu husus muhtemelen ikinci yüzyılın konularından biri olacaktır.

Ülkemizde Osmanlı’dan gelen geleneksel dini eğitim kurumu olan medreseler Tevhid-i Tedrisat Kanunu kapsamında kapatılmış , oradaki eğitimciler ise çeşitli görevlerde bulunarak müderrislik kurumu son bulmuştur. Fakat bu eğitim metodunu sürdürmeye niyetli ilim adamlarının çabası ile Doğu ve Güneydoğu bölgesi ve Karadeniz bölgesinin bazı yerlerinde medrese usulü eğitim devam etmiştir. Son yıllara kadar pek etkin sayıda değilken son yıllarda bu usul yeniden popüler olmuş ve ülkenin her tarafında gerek geleneksel gerek daha modern versiyon ve isimlerle medrese usulü eğitim yaygınlaşmıştır. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında dini tartışmalar buradan yetişen kişiler eliyle yaşanacağını düşünüyorum.İlk defa dini eğitim almış bir sınıf oluşmakta bu sınıf aynı zamanda tepkisel bir sınıf.İlahiyat fakültelerine , diğer ilim adamlarına vesaire çekişmeci bir anlayışla yaklaşıyorlar.Şimdilik siyasi sahada etkinlik gözlemlenmezken ileri ki dönemlerde sanki siyasete de ilgi duyacaklarmış gibi düşünüyorum.Bu sahadan öne çıkmış bazı kişilerin de cemaat lideri gibi hareket etmesi sorunları var.

Cemaatler , cemaat tabiri modern bir tabi olup tarikatlardan farklıdır. Cemaat karizmatik bir dini önder vasıtasıyla yayılan ve mensuplarının da o cemaatin şekillendirdiği bir şekilde dini görüş ve yaşama sahip olduğu bir yapılanma. Türkiye’de cemaat denildiğinde giderik daha karmaşıklaşan bir yapı görülmektedir. Bunun en yaygın bilinen örneği nurculuk ve kollarıdır. Ardından kalabalık mensuba sahip tarikatlarda cemaatleşme temayülüne girdiler. Ardından bir takım ilim adamlarının çeşitli fraksiyonlarda da olsa güçleri nispetinde kitle oluşturma gayretleri görülüyor. Bunlar tasavvuf kökenli olabilir veya tamamen karşı görüşte olabilir , reformist olabilir , radikal selefi olabilir. Bir diğer cemaatleşme görüntüsü dindar yardım kuruluşları oluşumlarıdır.Her ne kadar amaç insani yardım da olsa büyümeyle birlikte cemaat görüntüsü oluşmaktadır.Yine eğitim ve sosyal sahada kurumsallaşmış köklü sivil toplum kuruluşları da cemaat görüntüsü vermektedir. Siyasi liderlerden kaynaklı cemaatler de vardır.Milli Görüş mesela geniş desteği kaybetmesiyle giderek cemaat refleksleri vermeye başlamıştır. Kült cemaatler vardır , bunlar daha az mensuba sahip olmakla birlikte marjinal hareketler ve görüşlerde bulunmaktadırlar. Suça bulaşmış , hatta cemaat görünümlü ajanlık ve ihanet şebekesi bile olmuştur maalesef fetö adlı bir yapılanma darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Daha az sayıda ve etkinlikte de olsa dini sahadan uzak fakat ezoterik bilgiyi önemseyen ,  kıyametçi yapılanmalar vardır. Cemaatlerin ve cemaatleşme temayülünün en büyük sorunu rekabetçiliktir , büyüme ve güç isteği , kurumsallaşma çabasına girilmesi , bireyin değil cemaatin veya liderinin önemli hale gelmesi , diğer müslüman gruplardan ayrışma anlayışı , popülerlik düşüncesi , içerikten yoksunluk , parasal ilişkiler , siyasi ilişkiler vesaire çok sayıda yapısal sorunlar barındırmaktadırlar. Modern yaşam ve döneme daha kolay uyum sağlayabilme yetenekleri nedeniyle mensup sayısının artması ve etkilerinin güçlü olması avantajlı noktalarıdır. Cemaatler ikinci yüzyılda da tartışmaların içerisinde olacaktır , yeni cemaatler ve yeni liderler göreceğiz , siyasallaşma artışı olduğu gibi tahminim değişik tepkilere sahip oluşumlar olacaktır. Mesela aşı reddi ile başlayan anlayışa giderek dini renk verilmesi ve modern tıbbı reddedenler , eğitimi reddedenler , siyasal katılımı reddedenler , kapitalist yaşama tepki nedeniyle daha zühd halinde yaşanılmasını söyleyen , kimi içe kapanık kimi daha dışa açılan yeni yeni cemaat anlayışları görecek gibiyiz.

Dini anlayışa etki eden aydın , münevver ,İslam alimi , edebiyatçı , fikir adamı gibi kişilerin ikinci yüzyılda etkisi ne olacaktır. 80 sonrası bu kişilerin daha etkili olduğunu düşünüyorum ama cumhuriyetin ikinci yüzyılında bu tarz kişilerine etkisinin ben düşeceği kanaatindeyim. Çünkü bu etki genelde iç dinamiklerden değil küresel veya dış etkiden ve gelişmelerden kaynaklanıyordu.

Bir diğer iç çatışma noktası da Türkiye’de hali vakti yerinde , eğitimli dini konularda hassas , kentli bir sınıfla , Türkiye sekülerlerinin giderek din karşıtlığının artması ve ateist nüfusun artması ile oluşan yine eğitimli , hali vakti yerinde sınıfın çatışması olacaktır.Burada taşra dindarlığı dediğimiz geniş halk kitleleri ne şekilde refleks verebilecekler ilerleyen süreçte belli olacaktır. Bu iki sınıfın talepleri devleti de zor durumda bırakacaktır çünkü bu iki sınıfı yönetmek ve yönlendirmek daha zordur.

Laiklik ve Siyasal İslam ne olacaktır ? Laikliğin giderek çatışmacı laiklikten uzlaşmacı laikliğe evrildiği bir vakıadır.Siyasal İslamcılığın da giderek daha esnek yapısıyla genişlediği bir vakıadır.Zaten bu ikisi arasındaki ilişki tarafların söylem dozajını etkilemektedir.

Tabii konunun çok detayları var ama kısa yazmak mecburiyetindeyiz.Vakıa şudur ki cumhuriyetin ikinci yüzyılında , dine kuruluşundaki bakış açısı artık değişmiştir.Din daha görünürdür , dindarlar belli haklar elde etmişlerdir. İkinci yüzyıl hakların ve din konusunda kendini taraf hissedenlerin ne kadar uyumu ne kadar çatışması ile geçecektir bu göreceğiz ama mutlaka göreceğiz çünkü çünkü din var olmaya , dindarlar var olmaya , Türkiye var olmaya devam ediyor.28.09.2023

 

Mehmet Emin Başalp

 

CUMHURİYETİN YÜZÜNCÜ YILI YAZLARI – 2 CUMHURİYETİN MARJİNALLERİ

Cumhuriyetin 100.yılı yazılarımıza devam ediyorum , cumhuriyetin marjinalleri konulu yazımda bazı kıstaslara göre isimleri seçtim , ilki cumhuriyet döneminde doğmuş olmaları ( Mehmet Akif Ersoy marjinal bir kişiliktir ama Osmanlı dönemi doğumlu eklemedim ve TBMM’nin açılış tarihini esas aldım )  ve en aykırı kimseler olmaları gerekmektedir.Bu kişileri seçerken aykırılık özelliğini sansasyonellik açısından değerlendirmedim , marjinalin birde benzersiz ve tek kalması lazım bunu izah etmek için örneklendirme yapmam gerekiyor , mesela sanat camiası için bana göre Zeki Müren’in bir marjinalliği yok , efemine bazı hareketler ve abartılı kıyafetler giymiş olması onu marjinal yapmaz , benzerlerinin  biraz daha dikkat çeken bir figürüdür. Siyaset sahnesinde uç sol görüşlere sahip Deniz Gezmiş’tir , Mihri Belli’dir , Behice Boran’dır da marjinal değildir zaten o görüş sahiplerinin birbirine benzer tepkiler ve düşünceler ortaya koyan örneklerinden sadece sivrilenlerdir. Türkiye’de binlerce vatandaşımızın katili bir örgüt kuran A.Öcalan ile dini görünümlü ajanlık örgütü kuran F.Gülene de marjinal denemez , adi birer teröristten öteye gidemezler. Mafya babalarının , kabadayıların , iş adamlarının ilginç hayatlarının olması onları marjinal yapmaz. Bir din adamının uçuk görüşler öne sürmesi onu marjinal değil giderek mizah malzemesine veya nefret objesine döndürebilir. Bir sporcunun marjinal olabilmesi için kırılması zor muazzam yeteneklerinin olması gerekir , her seri katil marjinal olamaz çok çok farklı olması gerekir  gibi.Dünyadan marjinal örnekler verirsem bana göre müzik sektöründe Michael Jackson benzersizliği ile marjinaldir. Usain Bolt başarısıyla marjinal bir sporcudur. Aliya İzzetbegoviç  fikir adamlığı ile marjinal bir devlet adamıdır. Şamil Basayev marjinal bir savaşçıdır.

Bu gibi nedenlerle çeşitli yönlerden değerlendirme yapılabilir.Mesela Türkiye’nin en marjinal cumhurbaşkanı kimdir denilse bana göre Turgut Özal’dır.

Atladığım isimler olabilir en nihayetinde hafıza gücüme göre isimleri belirledim Türkiye Cumhuriyeti tarihinin 7 marjinal erkek kişisi kim olabilir diye.İsimler çeşitli sektörlerden alınmıştır.Hepsi sanatçı , hepsi siyasetçi olamaz , alanlara göre marjinal kişilerde belirlenebilir.

1-Mehmet Ali Ağca

2-Recep Yazıcıoğlu

3-Kamer Genç

4-Kadir Mısıroğlu

5-İbrahim Tatlıses

6-Fethi Gemuhluoğlu

7-Sakıp Sabancı

Mehmet Ali Ağca

Mehmet Ali Ağca’yı listenin ilk sırasına yazdım bana göre cumhuriyet döneminde doğmuş en marjinal kişi kim denilse Ağca derim.

Mehmet Ali Ağca , Hürriyet Gazetesi başayazarı Abdi İpekçi’yi 1979 yılında öldürme hadisesi ile adını duyurmuştur.Malum olduğu üzere Türkiye 70’li yıllardan sonra adına sağ sol çatışması denilen , soğuk savaş ülkelerinin güdümünde bir anarşi ortamına sürüklenmek isteniyordu. Türkiye’de bu yıllarda bir çok uluslar arası problemle ve siyasi istikrar ile de boğuşuyordu.Bunun yanında da ülkede silahlı saldırılar , öğrenci olayları yaşanıyordu. İşte böyle bir ortamda siyasi yahut sansasyonel suikastlar düzenlenmesi kendi içinde marjinal değildir ama  cinayetin faili meçhul kalmaması , cezaevinden firar hadisesi hayli marjinal kalıyor. İpekçi , uç bir gazeteci değil ne bir kesimin aşırı nefretini ne bir kesimin aşırı sevgisini temsil etmiyor. Ağca , Malatyalı fakir bir ailenin çocuğu , kimlerle ne şekilde irtibatı vardı , birileri tarafından mı azmettirildi bilinmiyor , nasıl firar etti vesaire bilinmeyen şeyler. Bu Ağca’yı benzerlerinden ayıran bir marjinallik.

Tabii , Ağca’yı dünyada daha popüler yapan hadise bundan sonra yaşandı , ne şekilde cezaevinden firar edip nasıl gittiği bilinmeyen bir şekilde Vatikan’ın ( Roma’nın ) ünlü Aziz Petrus Meydan’ında Papa 2.Jean Paul’u silahla vurdu. Ruhani bir dini lider olan ve en geniş ve eski Hristiyan mezhebinin liderine suikast düzenleyen bir Türk , marjinaldir. Bu suikast girişiminin dini bir nedene dayanmadığı sanılıyor , siyasi bir saikle mi işlendiği hususu da tespit edilememiştir veya edilse de kamuoyunca bilinmemektedir. Ağca İtalya’da cezaevinde kalmış , sonra Türkiye’ye iade edilmiş , 2010 yılında tahliye edilmiş ve hala yaşamaktadır. Bu döneme ilişkin uzun bir külliyat vardır , detaya girmemiz mümkün değil. Bu suikast Papa tarafından Katoliklikte yeniden bir Hz.Meryem kültü oluşmasına , Hz.Meryem’in Papa’yı kurtardığına bunun da oldukça önem verilen İspanyol köylü çocuklara görünen ve Fatima’nın Sırrı denilen Hz.Meryem’in bildirdiği 3.sırrın Papa’yı öldürme girişimi olduğu söylentileri neredeyse medya yoluyla dünyada meraklı milyarlarca insan tarafından bilinir hale geldi. Ağca bu hikaye de rol üstlenmiş ilginç bir kişilik.

Cinayet işlemenin , sansasyonel cinayet işlemenin , teşebbüs etmenin bir marjinalliği illa ki olabilir ama bana göre Ağca’nınkiler hayli ilginçler.

Recep Yazıcıoğlu

Recep Yazıcıoğlu , Cumhuriyet döneminin bir valisidir. Cumhuriyetin 100. Yılında ne bürokratlar , valiler , komutanlar , hakimler gelip geçmiştir.İçlerinde çok zor hadiselerde görev yapanlar , çok kritik kararlar verenler , sansasyonel davalar açanlar , ihanet edenler vesaire vesaire olabilir ama bunlar onları pek marjinal yapmaz. Klasik bürokrat algısını kıran ve bunu kamuoyuna deklare edebilmiş ve toplum tarafından da sevilmiş nadir bir kişilik olduğu için Recep Yazıcıoğlu , Cumhuriyet bürokrasinin bana göre en marjinal bürokratıdır. Başarılıdır , sportmendir , geniş bakış açısına sahiptir , devletin halkla barışık ve uyumlu hizmet üretmesini , başta özgür olan ,  memleketin kalkınmasını ve bürokratik baskıcı anlayışın karşısında kendini konumlandırıyordu.Yazıcıoğlu devasa tesisler yapmış , bir şeyleri kökten değiştirmiş , bürokraside çok etkin veya etkili olmuş bir kişi değil önemini buradan almıyor , farklı konuşmasından , farklı bakmasından , siyasi denebilecek demeçler verebilmesinden , egodan uzak kendi ile yorumlar yapmasından  alıyor , onu iyi yönde marjinal yapan özelliği de burasıdır.Hiç bir vali bu kadar hatırlanmazken hakkında olumsuz söz söyleyen bulunmazken , ülke çapında hala hatırlanıyor olması onun marjinal özelliğinden gelmektedir.Sistem eleştirisi yapanlar olmuştur bir dönem Sami Selçuk , hukuki görüşlerinden dolayı alkışlanmıştır ama geçici düzeyde kalmıştır , dar bir kesim takip etmiştir.Bir şehre gelen başhekim güzel hizmetler yapmıştır ama başarılı bürokrattır , başarılı hakimdir , başarılı müsteşardır , başarılı elçidir , marjinal değildir , Yazıcıoğlu bana göre marjinaldir.

 

 

Kamer Genç

Bunca siyasi içinde marjinal olarak Kamer Genç’i mi buldun diye bir eleştiri gelebilir. O marjinalse Doğu Perinçek’te marjinaldir denebilir , Besim Tibuk’ta marjinaldir denebilir. Çok icraat yapmış siyasiler var , uzun yıllar kalmış siyasiler var. Nefret edilen siyasiler var , çok sevilen siyasiler var vesaire Kamer Genç niye marjinal ?

Kamer Genç popüler bir siyasetçi olmasına rağmen milletvekilliğini son nokta gören bir siyasetçi , bakan olmak , daha değişik makamlara geçiş sağlama hedefinde bir siyasi değildi.Onun hedefi TBMM’de konuşmaktır.

TBMM Tv’den izleyenler hatırlar kürsü de çok konuşmak , itiraz etmek gibi hedefi olan hatipti.Kürsüye geçtiğinde de genelde tartışmalar sık yaşanırdı. Rahat bir tavırla bazen alakalı , alakasız konuları bir birbirine harmanladığı kendine has üslubuyla konuşmalar yapardı.Fakat konuşmaların içeriğinde bir şekilde Tunceli ve Tunceli’nin bir sorunu olurdu.Sanırım onun kadar memleketinin sorununu mecliste ifade eden biri yoktur diye düşünüyorum. Kendisinin mensup olduğu mezhebi filan gizleme gibi özelliği olmadığı halde pek vurgusunu da yapmıyordu.Zaman zaman açıklamaları haber sitelerinde yer aldığı ve karikatürize olduğu düşünülebilir fakat karikatürize olmuş bir siyasetçi bu kadar uzun süre siyaset yapamaz bana göre. Türkiye’de genel siyasetçiler vardır , parti genel başkanları , yerel siyasetçiler vardır , belediye başkanları , Kamer Genç üçüncü bir tür olan milletvekiliği – il özdeşliği siyaseti yapabilen nadir kişilerin en fazla tanınanı , partili veya partisiz milletvekili seçilebilen bir özellikteydi.Çeşitli partilerde değiştirmiştir.Marjinalliğine bir katkı da uzun süre siyasi magazin denilebilecek mevzularla da adı sıkça geçmiştir.Böyle bir milletvekili örneği de pek yoktur.

Meclis tutanaklarına göre çekimser oy verenler var tek ret oyu veren midir bilemeyeceğim ama  80 Darbesinden sonra Ağca’nın idamına ret oyu vermiş kişilerden biri , diğer idamlara da ret oyu veriyor , Ağca idamına tek ret oyu vermesine  eşinin kim o ret veren salak dediği şeklinde geçen bir hadise de sıkça dillendirilir. Tek kişilik muhalefet denilen tarzı oluşturanlardan biri.

Kamer Genç’i niye marjinal siyasetçi yaptım icraatçı olmadan icraat ve kararlarıyla değil sadece konuşmalarıyla marjinal bir siyasetçi .Meclis dışı siyasetçilerde uçuk konuşanlar olur ama onlar hiç seçilememişlerdir.Kamer genç seçilmiştir. Şevki Yılmaz marjinal değildir benzeri bir siyasetçi gelebilir , Hasan Mezarcı marjinal bir siyasetçi değildir benzeri konuşmalar yapılabilir , 10 kere istifa etmiş milletvekili bulunabilir vs vs. Kamer Genç çok başarılı bir siyasetçi midir ? bazı kriterlere bakılırsa başarılı bazı kriterlere göre başarısızdır.Seçilebilmiş olması başarı , hiç icraatçı yönü olmaması başarısızlıktır.Muhalefeti de çok etkin midir , değildir , değiştirebildiği bir kanaat yoktur ,  muhalefeti yapıcı muhalefet örneği de değildir , aksine tahrik eden , kızdıran bir üslubu da vardır bu da onu marjinal yapanlardan biridir.

Sakıp Sabancı ile de Tv’de meşhur bir vergi veriyorsun , vermiyorsun kavgası vardır.Bir ömür tartışmıştır.

Kadir Mısıroğlu

Kadir Mısıroğlu’da bu ülkede marjinal kişilerin başında gelir onun marjinalliği ise ne görüşlerinden ne kıyafetinden gelir bana göre sezgilerinden gelir. Evet Kadir Mısıroğlu’nun belli şahıslara ve görüşlere karşı ciddi tenkitleri vardır.Kimilerine göre bu tenkitler suçtu , kimilerine göre ayıptı , kimilerine göre komikti vs vs ama Kadir Mısıroğlu , kendi gibi görüş belirtenlerden farklıydı.Kadir Mısıroğlu’nun da hatalı veya eleştirilen görüşleri olabilir ama bu iddia ve çıkarımlarını geniş bir muhakemeden geçirirdi.Sonra bu çıkarımı  Türkçe’yi son derece iyi ve kıvrak şekilde kullanarak anlatırdı. Sesinin yükselmesi , alçalması , vurgusu değme hatiplere taş çıkartır.İkincisi bir olayın görünmez yönünü kavrayabilir. ( Bu konu şöyle istismar edilmemesi lazım sadece Atatürk konusunda konuşmaları yoktur yorumlarımda ilk o anlam çıkmasın ) Türkiye’nin muhafazakar kanadından bir yazardı  ama bu cenahtan yetişmiş kimseye benzemezdi. Muhafazakar camiadan hiçbir tarihçi hiçbir yazar hiçbir din adamı Mısıroğlu’nun oluşturduğu şekilde bir kalıp oluşturamamıştır.Aksine bugün zihni kalıpların çoğunun temelini Mısıroğlu atmıştır. Mısıroğlu için şu da denilebilir kendi bir avukattı , Osmanlı İmparatorluğu bir insan gibi dirilse ve bir insan gibi konuşsa ve beni bir mahkemede yargılayın ama bende bir avukat tutacağım dese tuttuğu avukat Mısıroğlu olur.Osmanlı’yı ne akademisyenler ne meşhur tarihçiler vs hepsi toplansa onun kadar kimse savunamaz.Sultan Vahdettin dirilse mahkemede herhalde onu da kendiden daha iyi savunurdu.Sultan Abdulhamit dirilse sen beni benden daha iyi tanıyorsun diyebilirdi. Mısıroğlu bunları anlatırken , yazarken popüler yazar mantığı ile hareket etmiyor , konuşurken tiyatral hareketlerle anlatmıyordu , evet mübalağa vardı ama adeta görmüşcesine ve tam bilmişcesine bir inanışla anlatıyordu. Mısıroğlu seveni , sevmeyeni olabilir fakat kim ne derse desin samimi bir insandır , sevgisinde de samimidir , nefretinde de samimidir.Alelade bir yayıncı , alelade bir yazar , alelade bir tarihçi olarak görmüyorum.Onun enleri ancak dinlenildiğinde ve okunduğunda keşfedilebilir.Yazdıklarını , söylediklerini kabul etmek zorunda da değilsiniz ama tüm bu   yönüyle yazarlarımız arasında en marjinal koltuğu ona aittir kanaatimce.

İbrahim Tatlıses

Türkiye’de ne sesinin güzelliği , ne uçuk kaçık yaşamı , ne cinsel yönelimleri ne başarısı kim olursa olsun sanat camiasında kimse İbrahim Tatlıses olamaz. En hususunda marjinal kişiyi seçeceksek bu İbrahimTatlıses’tir.Zaten lakabı da İmprator’dur onun en olduğunu herkes kabul ediyor.

En fırtınalı özel hayatsa İbrahim Tatlıses bu konuda da zirvedir.Mağara’da doğduğunu söylemektedir , yoksuldur ha yoksulken ünlü olan tek kişi değildir ama içlerinde en ünlüsüdür.

Mesela ilk eşi hala geleneksel kıyafetleri ile yaşamaktadır.Türkiye’de hangi sanatçının bu kadar değişik yelpazeden eşleri , sevgilileri veya özel yaşamı olmuştur.

İbrahim Tatlıses çok sayıda evlilik yapmış , evliliklerinden hepsinden nev’i şahsına münhasır çocukları vardır.

İbrahim Tatlıses hayatı boyunca değişik cezai soruşturmalara uğramış çok uzun konular buraya sığmaz  , siyasete atılmış  ve ilginci dünyada baş bölgesinden kalaşnikofla vurulduğu halde bu saldırıdan kurtulmuş biridir.Bu kadar hareketli bir yaşamı olan sanatçı yoktur. Sadece kendisinind eğil eski eşlerinin , çocuklarının vs hayatları da hareketlidir.

Sanat camiası içerisinde bu kadar inişli çıkışlı bir ticaret hayatını da bir arada götürmüştür.Birini bırakıp diğerinde devam etmemiştir.Sanatçı , iş adamı beraberliğini oluşturan ilk örneklerdendir.

Sesi , söylediği türküler , şarkılar , çektiği filmler , diziler , show programları ve açıklamaları ile hep gündemde kalmıştır.Hakikaten bir dönem televizyonda yaptığı show programının bir daha çekilme ihtimali yoktur , konuklar , tartışmalar , konuşmalar hepsi bir birinden orjinaldir.

Velhasıl ne Zeki Müren ne Yılmaz Güney ne Kemal Sunal ne şu ne bu sanat camiası içerisinde İbrahim Tatlıses en marjinaldir bana göre kimse yakalayamaz onun bu kadar girift yaşamının benzeri başka olmamıştır , arabesk dünyada anca taklit edilen şarkı ve sahne performansı olmuştur ama hiç biri onun konumuna ve yaşamış olduğu ilginçliklere yaklaşamamıştır bile.

Fethi Gemuhluoğlu

Fethi Gemuhluoğlu , bu kişiler içinde belki kamuoyunda daha az bilinmektedir.Gemuhluoğlu bir yazar değildir , Gemuhluoğlu üst düzey bir bürokrat değildir , siyasetçi değildir , gazeteci değildir fakat hepsiyle ilişkileri olan hepsinin saygı duyduğu bir sırlı kişidir. Şimdi Gemuhluoğlu mutasavvıf bir kişidir , marjinalliğini de oradan almaktadır bana göre cumhuriyet döneminde metafizik özellikleri onun kadar güçlü başka bir sufi , şeyh , derviş örneği hatırlayamıyorum. Tabii şunu ifade edeyim Gemuhluoğlu bir meczup da değil normal bir insan. Gemuhluoğlu çok tesirli bir insan bir cazibesi var tabii bunu onu görmeyen veya yazıyla anlatımlardan anlamak mümkün değil ama tanıyan herkesin etkisi altında kaldığı ve bakışlarının çok tesirli olduğunu ifade etmektedirler. Sadece tanıyanlar değil , tanımayan , ilk defa karşılaştığı kişilerde de aynı tesiri uyandırıyor. Kendisinin sonradan kitaplaştırılan Dostluk Üzerine adı verilen kitapta irticalen yaptığı bir konuşma yer alıyor bu onun ne kadar coşkun bir karaktere sahip olduğunu gösteriyor.Fakat yine onu marjinal yapan husus aşk. Aşk tasavvufunun önemli bir kavramı çoğu edebiyatını yapar ama gerçek Aşık azdır .Gemuhluoğlu hakiki bir aşıktır hele bu dönemlerde gerçek bir Aşık bulmak çok zordu.Allah aşkı , Resullullah aşkı , Ehl-i Beyt aşkı , Allah dostlarına aşk , insalığa aşk Gemuhluoğlu’nda hayli yüksektir. Yetişmesine katkıs ağladığı öğrenciler ve kişilerle Türkiye enteljiyansiyası üzerinde büyük emeği olan Türkiye’de hakiki milliyetçi , ülkesini seven bu toprakların değerlerine sahip donanımlı bir kadronun yetişmesini hedeflemiş , sadece temenni etmemiş , yazmamış , icraata dökmüş bir kişidir.

Oğlundan dinlediğim bir anekdotu da paylaşayım.Bazen sokakta , rastgele bir kişiyi çevirerek Allah demesini , diyince daha gür söyle daha gür söyle şeklinde bir özelliğinin olduğunu anlatmıştı.Allah-u alem yaratıcıdan gaflet duymayın ve Allah’ın adını aşkla haykırın diyordu galiba düşününce insan yaratıcısının adını neden ürkek söylesin ki , aşkla Allah demek lazım , belki onun bir talimini yaptırıyordu.

Sakıp Sabancı

Sakıp Sabancı , nam-ı diğer Sakıp Ağa , Sakıp Sabancı taşra kökenli , köylü ve çiftçi bir ailenin iş dünyasına atılmış , zengin olmuş ne ilk ne tek örneğidir. Türkiye’de belki onun kadar zengin olanı yoktur ama çok sayıda böyle kişi vardır. Evet belki çoğu okumamıştır , çoğu şiveli konuşur vs ama Sakıp Sabancı’yı benzerlerinden ayıran nedir. Onun fenomenliğidir , tanınırlığıdır.

Sakıp Sabancı iş dünyasını , ticaret ve sanayi dışında halk tarafından da duygusal olarak bağ kurulmuş bir kişidir. Kendini , diğer iş adamları gibi siyaset , spor gibi işlerle tanınır hale getirmek yerine daha farklı bir yoldan gitmiş bu yolda tutmuştur.

Sakıp Sabancı’nın yüz ifadeleri ve mimikleri yadırgatıcı değildir kişilerde sempati oluşturur. Sakıp sabancı şiveli konuşur ama bu kendine has konuşmaya atasözleri , hayret ifadeleri ve duygusunu yansıtır. Hala bugün engelli oğlu için araba ürettim ama oğluma araba alamadım videosunu izleyen kişi istemsiz ağlamaya başlar.

Sakıp sabancı iş adamlarının bir çoğuna göre medyatiktir. Halkta genel intibası Sakıp Sabancı’nın doğru sözlü ve dürüst bir insan olduğudur. Sakıp Sabancı’yı halk kendinden addetmiştir.Bu pek diğer iş adamlarında yoktur Sakıp Sabancı’yı marjinal yapan burasıdır.Cenazesine insanların fazla katılımı ancak bu sempatiyle ifade edilebilir.

Sakıp sabancı iş dünyasına yenilik getirmiş bir kişi değildir , olabildiğince klasik bir tacir ve sanayicidir. Marjinalliğini de tarzından alıyor yoksa başarılı bir işadamı , sanayici ve tüccar diye tanıtmıyorum.

Sakıp Sabancı  sol terör örgütlerinde hep hedefinde olmuştur nitekim kendisine karşı planlanan suikast sonucu kardeşi öldürülmüştür.

Sakıp Sabancı’nın el yazması Kur’an nüshaları ve hat koleksiyonu oldukça zengin ve kıymetlidir.Sakıp Sabancı müzesinde sergilenmektedir.

İyi okumalar. 11.09.2023

 

                                                                                                              Mehmet Emin Başalp

CUMHURİYETİN YÜZÜNCÜ YILI YAZILARI -1

Cumhuriyetin 100. yılında çeşitli yönlerden bazı yazılar yazmak istiyorum. İlk yazımın konusu Türkiye’nin 100. yılında yaşadığı en büyük sorun olan nüfus sorununa cumhuriyetin önemli ve ünlü kişileri arasından örnekler vermek suretiyle değineceğim.Bu husus ne olduk değil ne olacağız sorusuna cevap verebilir.

Şimdi 30 Ekim 1923 tarihinde kurulan 1.Cumhuriyet Hükümeti ve üyelerinin ailelerine bakalım Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk , Başbakan İsmet İnönü kabinesinden bugün yaşayan ünlü birileri var mı acaba ?

Sırayla gidelim ;

Mustafa Kemal Atatürk’ün çocuğu bulunmuyordu. En bilinen manevi kızlarından sonuncusu Ülkü Adatepe 2012 yılında bir trafik kazasında vefat etti. Ülkü Adatepe’nin oğlu İş Bankası’na karşı bazı miras davaları için avukat arıyoruz gibi haberlerle gündeme geldi velhasıl Türkiye’nin iş , siyaset , bilim , sanat , spor gibi alanlarında Atatürk’ün manevi kızlarından ve onların çocuklarından ünlü ve etkili kimse bulunmuyor.

Başbakan İsmet İnönü ise uzun bir başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı sonucu 33 yıla yakın Chp genel başkanlığı yaptıktan sonra 1973 yılında vefat etti.Fizikçi ve akademisyen oğlu Erdal İnönü  80 darbesinden sonra Chp yerine kurulan Shp genel başkanlığını yürüttü , 90’lı yıllarda bazı koalisyonlarda başbakan yardımcılığı yapıp aktif siyasetten çekildi.Erdal İnönü’nün çocuğu bulunmuyordu.Büyük oğlundan torunu Hayri İnönü ise yakın zamanda Şişli Belediye Başkanlığı yaptı.Kızından torunu Gülsün Bilgehan ise Chp milletvekilliği yaptı.İnönü soyadı büyük oğlu Ömer İnönü ve çocuklarından devam etmektedir.

İlk kabinede Ticaret Bakanı olan daha sonra başbakanlıkta yapan Hasan Saka’nın ise yakın zamanda kendisiyle aynı ismi taşıyan torunlarından Hasan Saka İyi Parti Trabzon İl Başkanlığı yapmış ardından istifa edip 2019 yılında Saadet Partisi Trabzon Belediye Başkan adayı olmuştur.

İlk kabinenin ve daha sonraki dönemlerin meşhur Sağlık Bakanı Refik Saydam  hiç evlenmemiştir.

İlk kabine de İmar ve iskan Bakanı olan daha sonra yaptığı Milli Eğitim Bakanlığı ile ünlenen ve 35 yaşında vefat eden Mustafa Necati’nin ( Uğural ) ailesine ilişkin bilinen yakın tarihli haber ise torunu İsmail Uğural’ın 2021 yılında İzmir’de dedesinin adına açılan Kültür Merkezi’nin açılışına katılmasıdır. Tarım Gazetecileri ve Yazarları Derneği başkanlığı yapmaktadır. İsmail Uğural’ın annesi Aysel Uğural ise 1977-80 arası Adalet Partisi’nden İzmir Milletvekilliği yapmıştır.

İlk Kabinede Maarif yani Eğitim Bakanlığı yapan Adanalı İsmail Sefa Özler ile ilgili bilgiler ise Özler Vakfı internet sitesinden elde edilebilmektedir.Oğlu Özbek Özler iş adamı olarak faaliyet göstermiş ve 2011 yılında vefat etmiştir.Adana’da iş adamı olarak devam eden Özler ailesinden fertler bulunmaktadır.

İlk Kabinenin Maliye Bakanı Abdulhalik Renda ise daha sonra uzun yıllar TBMM Başkanlığı yapmıştır , bugün torunlarından bilinen Sabancı Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof.Dr.Sabri Sayarı’dır.Türkiye siyaseti ve uluslararası siyasete dair zaman zaman tv’lere konuşmacı olarak katılabilmektedir.Yine İlk Kabinede Maliye Bakanlığı Hasan Fehmi Ataç’ın da torunlarından yakın zamanda vefat eden Uluhan Ataç mimar ve yazardı.

İlk kabinenin İçişleri Bakanı , Türk Ocağı’nın kurucusu Ahmet Ferit Tek’in ise kızı Türk Kültür ve Sanat uzmanı olup Tek – Esin Vakfı’nı kurmuş ve 1987’de vefat etmiştir , çocuğu bulunmamaktadır.

İlk kabinenin Milli Savunma Bakanı Kazım Özalp’in oğlu Atatürk’ün sünnet düğününe katıldığı Prof.Dr.Teoman Özalp ilk gemi mühendislerinden olup gemi inşa sektöründe çalışmış ve  2017 yılında vefat etmiştir.Oğulları da aynı sektörde iş yaşamına devam etmektedir.

İlk kabinenin Adalet Bakanı Seyyid Bey ünlü bir ulema ailesinden geliyor ve İslam Hukukçusu , Hilafetin kaldırılması sırasında dinen mahzuru olmadığı yönünde uzun konuşmaları ile tanınıyor fakat daha sonra hükümetten görüş ayrılığı nedeniyle ayrılmış  olup 1925’te vefat ediyor , bugün 2.Mahmut Külliyesine defnedilmesine rağmen mezar yeri belli değildir.Evli ve çocukları olup olmadığı bilgisine erişemedim.

İlk kabinede son Evkaf ve Şeriyye Vekili olarak görev yapan Manisalı Mustafa Fevzi Sarhan’ın ailesine ilişkin bir bilgi de bulamadım.

O zaman Genelkurmay Başkanlığı yapan Fevzi  Çakmak’ta kabine de sayılıyordu.Onun da 2 kızı vardır , kızının biri erken yaşta vefat etmiş diğer kızının tek çocuğu oğlu ise ABD vatandaşlığına geçtiği yönünde bilgiler bulunmaktadır.

Velhasıl Cumhuriyetin ilk kabinesi’nin ilk bakanları dönemin eğitim almış , memleketlerinin eşraf ailelerinin çocuklarından , Osmanlı son bürokrasisi , İttihat ve Terakki Cemiyeti ile siyaset , Milli Mücadele dönemi çalışmalarına askeri veya sivil katılım , ilk TBMM üyeleri , Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde faaliyet göstermek gibi kurucu kadronun en parlak isimlerinden oluşuyordu.

Bugün ise son derece daralmış aile fertleri ile bir kısmı nesep intikalini günümüze sağlayamamış , bir kısmı ise az sayıda fertten oluşan aileler ile mevcudiyetini sürdürmektedir.Torunlardan kamuoyunca tanınan isimler son derece sınırlı olup meşgul oldukları sahalarda veya eş – dost çevresinde tanınmaktadırlar.

Kendilerinin bulunduğu görevlerden daha ileri bir göreve gelen , daha sonraki yıllarda Türkiye’ye damga vuran herhangi bir isim gelmemiştir. En tanınan isim Erdal İnönü’dür. İlk kabineden çocuğu yaşayan kısa araştırmam da sadece ( belki başkaları da vardır ) Başbakan İsmet İnönü’nün 93 yaşında kızı Özden Toker’dir. Eşi Metin Toker ünlü bir gazeteciydi. Görüldüğü kadarıyla ilk kabineden yine en tanınan ve en etkili aile İnönü ailesidir.

İlk kabinenin çocuk ve torunlarından genel bir çıkarım yapmak mümkün değil ama akademisyenliğe meylettikleri görülmektedir.

Daralan aileler kuşaktan kuşağa kültür aktarımını zorlaştırmaktadır. Aile fertlerinin sayısının az olması aileden  , gelecek vaat eden yeni fertler çıkmasını zorlaştırmaktadır. Tanınırlığı düşürmektedir. Siyaset , sanat , iş , ticaret bir çok alandan çekilmeye sebep olmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti nüfusu 1927’de 13 Milyon küsurdur.Belki 1923’lerde bu sayının da altında olduğu açıktır. 2023 Türkiyesi’nin nüfusu 84 Milyon küsurdur. Artış hızının yavaşlaması ile Türkiye’de aileler giderek daralmakta ve fert sayısı azalmaktadır. Burada 10 -12 kişi üzerinden görülen 100 yıllık bir süreci bütün vatandaşlarımızda ilerleyen süreçte yaşayabilir. Azalan aile ferdi sayısı ile bilim , ticaret , eğitim , kültür , siyaset , spor , sanat alanlarında başarılı fertler ailelerinizden çıkmayabilir. Çünkü doğal bir kanun gereği yeni olan , genç olan , çok olan yayılma alanı bulacaktır.

Bugün Sir Winston Churchill’in koltuğunda Hint kökenli Rishi Sunak oturmaktadır. Göçmen karşıtı biri değilim ama nüfus dinamizmi olmazsa ülkeler dinamik nüfusu ancak göçmen ile takviye edebiliyorlar.İlerleyen yıllarda  Hindistan , Pakistan , Bangladeş , Mısır ,Nijerya , Endonezya nüfusu hızla artmış ülkeler olacak.2050 yılında Avrupa’da 80 milyona yakın nüfus azalması yaşanacak , illaki bu nüfus bir yerlerden takviye edilecek. 2050’de 90 Milyon olması beklenen Türkiye’nin nüfusunun yanında 80 Milyon’u aşmış nüfuslu Irak olacak. Basit muhakeme yapalım kim güçlenir , kimler zayıflar , hangi diller ayakta kalır , hangi kültür varlığını korur , hangi ülkelerden daha çok sporcu çıkar , hangi ülkelerden hangi ülkelere göç olur , hangi dinler yayılır vs vs. Bilim , teknoloji vs konusunda kimler çalışır.

Toplum ailelerden oluşur , devleti insanlar yönetir. İnsanlar ailelerden çıkar. Türkiye Cumhuriyeti ordusunun şuan ki personel sayısını bile karşılayamayacak nüfus artışına düştüğümüzde ne olur ? Teknoloji gelişiyor demek tek cevap değil bugün askeri anlamda Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin caydırıcı ordu mensubu sayısının olmamasının nedeni nüfustur.

Türkiye’nin en önemli sorunu nüfustur ? en önemli sorunu nüfus artış hızının düşmesidir. Ne yapıp edip nüfus artışını hızlandırmak zorundayız. Türkiye nüfus sorununu çözemezken göçmen sorunuyla boşuna uğraşmaktadır.Entegre edebileceği göçmenleri hızla entegre etmeye odaklanmalıdır.Nüfus canlılık emaresidir , devamlılık emaresidir , güç emaresidir.Her aile daha kalabalık olma yolunda hedef belirlemelidir.05.09.2023

 

 

Mehmet Emin BAŞALP

 

SİYASAL İSLAM 2023

Bu seçim sonucu üzerine milliyetçilik çok tartışıldı ama ben Siyasal İslam veya “ İslamcılık “ üzerine birkaç kelam edeceğim.Ben İslamcılık düşüncesi taraftarı biriyimdir çünkü İslamcılık ile Müslüman kelimesi aynı değildir , İslam dinine inanan herkes Müslüman’dır ama modern dünyada İslam’ın kural ve hassasiyetleri üzerine siyasi ve sosyal görüşler , hareketler inşa etmek İslamcılıktır.Bu bir zarurettir o nedenle kısa bir izah yapmam gerekmiştir.

 

Bu seçim sonucunu İslamcılar kazanmış mıdır ? Bana göre kazanmıştır ama ne şekilde kazanmıştır burası biraz düşünmeye değer. Türkiye’nin Osmanlı’dan miras bir İslamcılığı var bunun düşünce dünyasında ve siyasette pratikleri oldu belki dönem dönem gidişat üzerine düşünüldüğü de oldu , görüşlerimiz bu süreç zarfında değişmişte olabilir ama İslamcılık serüvenine devam ediyor ve Türkiye’de kalıcı bir siyasi akım oldu.

 

Siyaset boyutuyla düşünürsek İslamcılık Erbakan ile başladı ve onun partileri ile devam etti , son genel başkanı olduğu parti ise bu seçime girmeyerek ve kendini konumlandırdığı yere bakarsak başta tabanı tarafından tasfiye edildi.Saadet Partisi’nin dilinin giderek marjinalleşmesi içe kapanık bir yapıya dönüşmesi kendilerini küçük bir cemaate dönüştürdü. Parti geleneklerinde istifa , kongre vb gibi şeyler yoktur ama seçim başarısızlığını da görmeyen parti saha siyasetinden de kopup sadece dijital bir propagandaya kendini hapsetti.İzahını kendilerinin bile yapamayacağı partilerinden kopan herkesi siyonist olmakla itham eden garip bir korku anlayışı da git gide patalojik bir hale benzemektedir.

 

Bu seçim sahaya Necmettin Erbakan’ın oğlunun liderliğinde Yeniden Refah Partisi’de dahil oldu. Saadet Partisi’ne göre kısa zamanda daha başarılı bir sonuç aldılar.Sosyal medya yerine üyelik üzerine çalışma yapıyorlardı onun sonucunu almış gibi görünüyorlar. Tabii oylarının ne kadarını taban ne kadarı tepkiden gelen oy kestirmek pek mümkün değil. Yeniden Refah Partisi’nin ilerisi için avantajları ve dezavantajları var. Bunu ilerleyen süreçteki performansları gösterecek , parti genel merkezi vb yaşlı idarecilerden oluşuyor ve başta Fatih Erbakan dinamik bir görüntü vermiyor.Yerel seçimlerde eğer donanımlı yeni kişilerden adaylık için rağbet görülerse ve parti oy oranını artırırsa partiye temayülün arttığı düşünülebilir. Yeniden Refah , Saadet Partisi’ne göre daha İslamcı söylemi kullanması ve aile , dini yozlaşma karşıtlığı söylemleri de tutuluyor fakat bu konularda daha çok çalışması , saha ile irtibat kurması gerekmektedir.

 

İslamcı olan bir parti daha meclise gidi o da Hüda Par , Kürt kökenli dindar bir oluşumun partileşmesi olarak görülüyor , esasında geniş bir tabana hitap etmiyor bu seçim reklamın iyisi kötüsü olmaz kuralı işledi ve ciddi bir tanınırlılık kazandılar. Siyaset yapanların pragmatik siyaset çizgisinden değil de değil de daha çok düşünce dünyasına ağırlık verdikleri konuşma müktesebatlarından anlaşılıyor bu bir avantaj olduğu gibi küçük kalmalarını da sağlayacak bir dezavantaj. Parti ve yöneticilerinin dindar insanlardan oluştuğu hemen görüntülerinden bile anlaşılıyor fakat Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu illerde geleneksel alimlerle , stk’larla , tarikatlarla vb nasıl bir ilişkileri var , benimseniyorlar mı ? çok bilemiyorum , böyle bir hedefleri de var mı onu da bilemiyorum gördüğüm kadarıyla “ Kürt Solu “ denilen terör destekçisi partide çizgi de malum  din karşıtlığı çok belirgindir ona karşı dindar bir karşılık var ama bu sefer de ülke geneli ortalamasının üstünde bir İslamcı dilin yadırganması durumu da var göreceğiz.

 

Büyük Birlik Partisi , İslamcı mıdır ? Evet bu konu biraz karmaşık bir konudur daha dindar milliyetçiler midir ? Bbp tabanı dindar insanlardan oluşmaktadır , hatta Ak Parti ile yazının devamında kıyaslamalar yapacağız Ak Parti tabanı ile oransal kıyaslama yapılırsa daha dindar bir tabandır ama Bbp’ye oy veren tabanın kendini İslamcı olarak tarif etmediğini de gözlemleyebiliriz. Tarif etmese de taban ve parti dini ve ahlaki değerleri önemsediği için İslamcı yelpazede bana göre kalmaktadır.

 

Ve gelelim Ak Parti’ye , Ak Parti İslamcı bir parti midir ? bu mevzu 20 senedir tartışılır ve aslında mevzu da son derece nettir.Ak Parti İslamcı bir parti değildir ama İslamcıların neredeyse tamamının oy attığı bir kitle partisidir. Ak Parti , milli görüş geleneğinden ayrı olarak partiyi kitle partisi olarak konumlandırdığı için bu oluşmuştur.Malum Milli Görüş partilerinde halkın talebi , kamuoyu yoklamaları vb önemsenmez oysa Ak Parti bu hususu çok önemser. Ak Parti ülkede ki tüm seçmen kitlesi ile tüm Stk’lar ile tüm meslekler ile vb irtibatlıdır. Bu geniş bir taban bileşeni ortaya çıkarmaktadır.Bu Ak Parti’yi zaman zaman pragmatist davranmaya itse de esasında reformist olmaya itmiştir. Bugün İslamcıların mücadele ettikleri bir çok sorun Erdoğan hükümetleri döneminde çözülmüştür.Kamuda başörtü , sakal , İhl’ler , Ayasofya , Diyanet kreşi , dini saha da özgürlükler vs vs ,Ak Parti tabanında istek var diye her türlü talebi de gücü olmasına rağmen karşılamakta mıdır , ona da hayır diyoruz çünkü hem ülke dengesini hem parti dengesini gözetmektedir. Ak Parti sağ kitle partilerinin en muhafazakarıdır bu bir realitedir. Fakat Ak Parti’ye veya Erdoğan’a seküler hayat yaşayan seçmenden de ciddi bir destek hep olmuştur.  Bu Ak Parti’nin diğer geçmişteki partilerden ve diğer İslamcı diyebileceğimiz partilerden farkıdır. Bu özellik bir başarıdır. Ak Parti İslamcı bir Parti midir sorusuna değil dedim ama Ak Parti bilhassa seçmeni nedeniyle Türkiye’de İslamcılığın merkezidir.

 

İslamcılık sadece siyasi partiler değildir esasında İslamcı taban sivildir , zaten siyasi gücünü de buradan alır , bir çok sahada yer alan dernek ve vakıflar , işadamı , esnaf , meslek oluşumları , tarikatlar , cemaatler vs bir çok oluşum bu tabanı bir arada tutan , besleyen ve yaşatan bir ağdır.

 

İslamcı tabanın siyaset sahnesinde Erbakan ve muadili jenerasyondan etkili siyasetçi kalmamıştır.

 

Erdoğan 2.kuşağı temsil etmektedir ve şuan bu kuşak etkindir.

 

İslamcılık 3.Kuşağa geçmemiştir. Tabiri caizse dananın kuyruğu burada kopacaktır çünkü bu jenerasyon bir hayli gariptir. Nasıl ?

 

-İlk iki kuşağa nazaran bu kuşakta dini eğitim almış , ilahiyat eğitimi almış kişi sayısı fazladır.

 

-Bu kuşakta daha dünya ile entegre , ümmetçilik fikrini fikriyata dökebilecek şahıs sayısı fazladır.Bilhassa uluslararası yardım dernekleri organizasyonu tecrübesi ile böyle bir jenerasyon oluşmuştur.

-Bu kuşak içinde eğitimli , geliri iyi ve çok daha dini hassasiyetleri olan fakat ülke dinamiğinden daha kopuk bir grup vardır.Mesela bu modelin saha tecrübesi ve politik bilinci düşüktür.

 

-Bu kuşakta geçmişe nazaran tarikat ve cemaat belirginliği daha düşüktür. Burada kastettiğim kendini sadece o tip bir mensubiyetle tanımlayan azalmaktadır.

 

-Bu kuşakta ilk kuşaklardan farklı olarak söylemi sert yaşantısı daha serbest geniş bir kitle daha vardır. Bu kitle eğitimli , geliri iyi ve dini hassasiyetli ama politik bilinci düşük kitlenin , politik bilinci yüksek ama dini yaşantısı onlara göre zayıf görülebilecek zıddı bir kitledir. Bunu nasıl örnekleyeceğim bilemiyorum ama birinci kitle mesela nargile cafeye asla gitmezken bu kitle buralarda ciddi siyaset yapar. Birinci kitle pek modaya uygun giyinmezken ikinci kitle modaya uyar. Birinci kitle daha ümmetçiyken bu kitle daha milliyetçidir. Birinci kitlede eşi tesettürsüz yoktur ama bu kitlede vardır gibi gibi gibi

 

-İlk iki kuşakta olmayan ama bu kitlede oluşan bazı genel uygulamalara protest bir kitle daha vardır.Mesela aşı karşıtlığı , gıda hassasiyeti gibi.

 

-İlk kuşakta kadın yoktur , ikinci kuşakta vardır ama etkin değildir bakalım üçüncü kuşakta kadınlar nasıl bir yer edinecektir.

 

-İlk kuşağı eğitimli ve kamu tecrübesi olan bir ekip siyasette öncü oldu , karizmatik dini liderler ve hatipler ve yazarlar kitleyi motive etti ve finansal yükü küçük esnaf çekti.

 

-İkinci kuşağa belediye kökenliler öncü oldu , stk’lar ve medya motivasyonu sağladı , daha büyük esnaf ve daha geniş halk kitleleri finansal gücü sağladı.

 

-Üçüncü kuşakta kim öncü olur ? Bana göre stk kökenliler öncülüğü alacaklar. Motivasyonu sağlama görevi de bana göre akademi ve serbest meslek mensuplarına düşmekte fakat her nedense bu gruplar daha pasif davranmaktadır.Akademi de İslamcı söyleme sahip genç akademisyen , sahada  İslamcı hekim , avukat , mimar , mühendis  vb gibi kişiler etkin değillerdir.Bunun sebep de ikinci kuşak stk anlayışı hala devam etmesidir. Stk ve tabanın idaresi üçüncü nesle geçmemiştir. Siyasi partilerden ziyade esasında İslamcılığın sivil fonksiyonunun yeniden teşkilatlanması , iletişim ve birliğin sağlanması gerekmektedir.

 

-Üçüncü kuşak arasında en büyük risk iç çekişmenin daha sert olabileceğidir.Bunun sebebi de benzerliklerin yanın da benzemezliklerin artmasıdır. Bu sorunun çözümü için daha serbest bir İslamcılık anlayışında herkesin ittifak etmesidir.Bu şu demektir bir grup diğer bir grup hakkında belirleyici bir tarz ortaya koymamalıdır.Herkesin dini yaşama şekli farklılığı olabilir ve bu kuşak öncekilerden daha çok özgürlüğüne düşkündür.

 

-Üçüncü kuşağın en büyük sorunu ise kültür , medya ve sanat alanında etkileyici kişilerin daha zayıf aksine din eğitimi almış kişilerin daha medyatik olduğu bir gidişat görülmektedir.Bu husus kanaatimce pek sağlıklı gitmemektedir.Bu husustaki eksikliğin giderilmesi gerekmektedir. İslamcılığın dijital üretiminin ağırlıklı kısmının fıkhi ve dini tartışma meselelerine ayrılmasına gerek yoktur. Aksine daha bilinçli bir aile düzeni üzerine odaklanmak gerekmektedir. Ailenin bozulmaya yüz tuttuğu aşamada en önemli sığınak ve güç , güçlü ailenin devamlılığını sağlamaktır.Aile güçlü kaldığı müddetçe İslamcılık gücünü korur.

 

-İslamcılık , insanları eğitmek için bir çok yönteme başvurdu bu yeni kuşak ile birlikte merkezi yeniden camiye taşımak gerekmektedir. Bu hususa çok kafa yorulması gerekmektedir. Evet Kur’an kursunun önemi vardır , evet her meşrebin kendi geleneğinin önemi vardır , öğrenci yurdunun önemi vardır , sohbetin , seminerin , dini eğitimin önemi vardır ama camiinin öneminin yanında diğerleri geride kalır. Camiyi bir hidayet merkezi haline getirmek zorundayız. Hidayet doğru yol demektir , doğru yol da Kur’an ve sünnete uyan bir anlayıştır. Toplumun ortak noktası olan camiyi bir çok faaliyetin merkezi haline getirdiğimizde hızlı mesafe kat edilir. Bu kamu tarafından yapılamaz sivil toplumun öncülüğünde her cami için donanımlı ve çeşitli meslek mensubu , kadınlarında aktif olduğu camii ekipleri kurulmalıdır. Bu gençler camileri diriltmelidir. Camii cemaati birlikteliği artmalıdır.

 

-İslamcılık birinci kuşakta nazikti , maalesef bu nazikliği çoğu zaman istismar edildi. İkinci kuşak daha cesurdur fakat üçüncü kuşağın özgüveni daha yüksek , bu özgüveni kendi içinde harcamadan bir dirayete çevirdiği takdirde ülkeye büyük kazanımlar katacağı açıktır.

 

-İslamcılık kalkınmacı bir anlayıştır , ülkenin güçlenmesi ve kalkınmasına eskisinden daha fazla katkı sunmaya devam ettiği müddetçe gücünü korumaya devam edecektir.

 

Velhasılı kelam , Müslümanların yaşantısında modern dünyanın getirdiği dejenerasyonlar artıyor , sorunlar yaşanıyor olabilir bu ayrı bir konudur ama bu fasit dairenin içine kapılıp durmaya gerek yoktur İslamcılık kalıcı hale gelmektedir. Nicelik artmıştır nitelikte artacaktır. 07.06.2023

 

 

Mehmet Emin Başalp

 

KONYA BAROSU SEÇİMLERİ 2022

BARO FOTO

 

Baro seçimlerinden sonra genelde şahsi blogumda seçim değerlendirmesi yapıyorum bir gelenek oldu benim için.

Konya Barosu Seçimleri de 15 – 16 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirildi ,seçilen tüm meslektaşlarımı tebrik ediyorum. Netice de seçimlere katılan tüm adayları tebrik etmek gerekiyor ,  seçimler Konya özelinde efor gerektirdiğinden yorucu geçtiğini tahmin ediyorum ve konuşmayı seven avukatlardan devamlı fikir ve eleştiri almakta aynı zamanda mental yorgunluğa da sebep oluyordur ama seçimlerin doğasında bu vardır.

Konya Barosu seçimlerini Vefa grubundan Av.Oktay Unkur kazandı. Sayın Unkur’un ve grubunun kurullarda çoğunluğu kazanması başarı olmakla beraber az farkla kazanması ve Demokrat Avukatlar Grubunun adaylarının nefeslerini enselerinde hissetmeleri rekabetçi bir seçimden çıktıklarını ve grupları açısından zor bir seçim geçirdiklerini gösteriyor.

Esasında bir gazete manşeti atmak istesem seçimler için “ Demokrat Avukatların Dönüşü “ diyebilirdim. Çünkü seçimde dikkat çekici sonuçları bu grup almıştır.Tabii bu artışta uzun zamandır daha zayıf başkan adayları ile katılan gruplarının bu sefer iddialı ve daha önce seçim başarısı göstermiş Av.Güneş Gül ile katılmaları , saha çalışması yapmaları, grupları açısından daha aktif adayları içinde sürükleyici olmuş ve yönetim ve disiplin kuruluna da üye olarak seçilmişlerdir.

Birlik Grubu başkan adayı Av.Halil Özkan ise gruplarının geçen seçimdeki adayından daha az oy almış ve siyasi bir tabirle daha iyi izah edilebilir belki ana muhalefet olma pozisyonunu kaybetmiştir.

Etkin Avukatlar Grubu adayı Av.Elif Kizir ise Birlik Grubuna yakın oy almış ve önceki seçim İlke Grubunun ile kıyaslanırsa kısmi bir oy artışı yaşadıkları görülüyor. Fakat Birlik ve Etkin Avukatlar grubunun oy oranlarının düşük olduğu görülmektedir.

Bu Seçim Neler Dikkat Çekti ?

-Uzun zamandır hatipliği ile genel kurullarda dikkat çeken Av.Hakan Kart yönetim kuruluna seçilmeyi başardı.

-Sanırım yönetim kurulunda 3 kadın aday seçilerek belki Baro tarihinde kadınların temsilini artırdılar.Diğer iki kadın adaya göre daha kıdemli olan Av.Hacer Türktemiz’in de yıllardır aday olmasına rağmen genelde sakin bir seçim çalışması gösterip seçilmesi de dikkat çeken bir gösterge.

-Konya Barosunda liste seçimi yapılmadığı için adayların iletişimi , tanınırlığı önemli bir kıstas , mesela yönetim kurulunda Etkin Avukatlar Grubundan Av.Tolga Yücel’in ilk defa aday olmasına rağmen  diğer adaylarından ayrışıp yüksek oy alması iletişimde daha başarılı olduğunun göstergesi.

-Disiplin kurulunda dikkat çeken aday ise şüphesiz Av.Gürcan Kaya , kazanma konusunda azim göstergesi oya yansıyabiliyor ama aynı zamanda genç bir aday olması da önemli çünkü mesela Etkin Avukatlar grubundan Av.Abdullah Safa Söbücova ve Birlik Grubundan Av.Remzi Bakım’da gruplarının genç adayları olarak Disiplin kurulunda daha fazla oy aldılar.Disiplinde bir değişim veya genç bir değişim isteği görülebilir.

-Birlik Grubu başkan adayının grubunun adaylarından düşük oy alması da dikkat çekmiştir. Genelde bu durum Demokrat Avukatlar grubunda oluyordu başkan adayları daha az oy , kurul adayları daha yüksek oylar alıyordu.

-Ortalama grupların oy tabanları ne acaba dersek denetleme grubu aday oy ortalaması ile bu sonuca ulaşabiliriz gibime geliyor disiplin kurulu ortalaması da benzer bir sonucu veriyor eğer oylar grup aidiyeti ile atıldıysa .Vefa 885 ,Demokrat Avukatlar 689 , Birlik 491 , Etkin 418 gibi bu durumda Birlik ve Etkin avukat gruplarından başkanlık seçiminde oy kayması yaşandığını ortaya koyuyor.Esasında bu kayma ilginç çünkü demokrat Avukatlar ile Birlik grubu arasında taban benzerliği olmadığı gibi Vefa ve Etkin de ayrışmış gruplar olarak düşünülürse neden bu geçişlerin olduğu düşünülmelidir. Kanaatim her grubun içinde o gruba farklı nedenlerle oy atan veya atmayan bir seçici avukat kitlesi var. İkincisi ise adayının kazanamayacağını düşünen gruplardan seçiciler diğer bir adayın kazanması  veya rakip aday kaybetsin saikiyle oy kullanılması olabilir. Bir diğeri de en güçlü muhalife oy verme temayülüdür.Bir diğeri grubun adayı beğenmeme ihtimali ile rakibe oy atmasıdır. Sanki bu kurallar işlemiş gibi görülüyor.

-TBB delege adaylığında ise Av.Mustafa Aladağ hayli yüksek bir oy aldı ve TBB delege seçiminde genelde Vefa ve Demokrat Avukatlar grubunun başarılı olduğu bir saha olarak bu başarılarını yinelediler.Birlik grubundan Av.Fatih Ruşen ise grubunun en yüksek oyunu aldı bu onun 2 dönem başkan adayı olarak tanınırlığının etkisi olarak görülebilir.

-Adayların propaganda yöntemleri noktasında da düşünmesi gerekiyor her yöntemi herkes uyguladığında aynı başarı olmaz. Telefonla arama genç bir adaya yakıştığı halde tecrübeli bir meslektaşımıza pek uygun düşmemekte. Sosyal medya kullanımının doğal ve uzun zamandan beri olması gerekmektedir yoksa seçim zamanı sosyal medya çalışması etkili değildir. Avukatlar arasında tanınmayan adayların seçim zamanı tanınma çabaları ile oy alması pek mümkün değildir. Adliyeye pek gelmeyen meslektaşlarımızın şansının olmadığı her seçimde görülmektedir.

-Hülasa gruplar için seçim başarısı eğer aday oluyorsan baro ve baro faaliyetlerine ilginle , baro ve baro faaliyetlerine eleştirilerinle , baro ve baro faaliyetlerine yönelik fikirlerinle tüm seçim döneminde ve istikrarlı şekilde var olduğun sürece olmaktadır. Adayların başarısı ise avukatlık mesleğine , meslektaşlarına ilginle ve iletişimle alakalı olmaktadır. Bunun üstüne birde konjonktür uygunluğu gelirse seçim başarısı yakalayabiliyorsun. Aksi halde seçici avukatlar kimin süreçten koptuğunu kimin seçilmeyi arzuladığını çok net sezebiliyorlar.

Bundan Sonraki Seçimde  Ne Olabilir ?

-Demokrat Avukatların başarısı kalıcı olacak mı ? Herkesin aklına gelen ilk soru bu , çünkü emanet düzeyde oyların olduğu da görülebilir bu gruplarının performansı ile belli olacak , Av.Güneş Gül bir gölge başkan gibi çalışacak mı ? Yönetim kuruluna seçilen üyeleri bir farklılık ve etki oluşturacak mı ? Durumu gelecek seçim seçici avukatlar değerlendirecektir muhtemelen bu sebeplerle.Aslında en zor süreci Demokrat Avukatlar geçirecek çünkü bu stresi yaşayacaklar o nedenle süreci yönetememeleri halinde oy kaybı yaşarlar.

-Vefa grubu için de önümüzde ki dönem yeni bir başkan ile baroyu yöneteceklerinden  bu dönemin  performansı merak ediliyor. Takdir edildiğinde baro tecrübesi ile rahat bir seçim kazanmakla beraber tenkitlerin artması halinde bu seçimden daha riskli bir seçime girerler.

-Birlik grubunun ise ne yapacağını tahmin edemiyorum , baro iddiasından vazgeçmeyecekleri açık sürükleyici adaylar bulmaları halinde seçime asılma ihtimalleri de devam ediyor ama baro kurullarında da olmamaları sebebiyle meslektaşlar açısından yeniden güçlü ekip , yoğun iletişim , tanıtım ve toparlanma süresi ise belki yıllar alabilir.

-Etkin Avukatlar grubunun da ne yapacağını tahmin edemiyorum. Birlik grubuna göre genç avukatlardan fazla oy almaları grup dinamizmi açısından daha avantajlı olduklarını ortaya koyuyor ama seçim başarısı gösterebilmeleri için sıçrama yapmaları gerekiyor.

-Vefa ve Demokrat Avukatlar grubunun bir sonraki seçim başkanlığı ve kurul çoğunluklarını hedefledikleri düşünülürse  aynı hedefler Birlik ve Etkin Avukatlar gruplarında olacak mı ? başkanlığı mı yoksa kurullara üye seçilmesini mi önceleyecekler bilemiyoruz. 18.10.2022

 

Mehmet Emin Başalp

İSLAMİ DAYANIŞMA OYUNLARINI SONUNA KADAR DESTEKLEDİM

     foto islami dayanışma                  

 

İSLAMİ DAYANIŞMA OYUNLARINI SONUNA KADAR DESTEKLEDİM

 

Bakara Suresi 286.Ayet-i Kerime mealen ;  Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz; lehinde olanı da kendi kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi kazandığıdır. Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak bizi cezalandırma! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! Üstesinden gelemeyeceğimiz şeyleri boynumuza borç kılma! Bizi bağışla, ayıplarımızı ört ve bize rahmetinle muamele buyur! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın; artık inkârcı topluluğa karşı bize yardım et!

Bu Ayet-i Kerime’yi yanılırsak bizi cezalandırmasından korkmam üzerine Allah’a sığınmak üzere ekledim.Biz inanıyor ve iman ediyoruz , hata ve kusurlarımız pek çoktur ancak O’nun affına ve mağfiretine sığınıyoruz.İnsanları saptırmaktan , yanıltmaktan korkuyoruz.

Konya’da malum İslami dayanışma Oyunları adıyla bir spor organizasyonu tertiplendi ve ardından bir kısım kişi ve gruplarca neresi İslami gibi bir eleştirisi furyası başladı. Bu eleştirilerde ben iyi bir gaye görmedim ve bu spor organizasyonunu hep destekledim.

Bu eleştirileri şöyle bir toplayalım.

1-Bir kısım eleştiri Filistin vb ‘de olaylar yaşanırken Müslümanların oyunda , oynaşta ne işi olduğu idi ? Bu ümmet adam akıllı bir ümmet ise kanayan yaralar varsa zaten her işi bırakıp burada cihada koşmanın gerektiğini her müslümanın anlaması gerekir.Çünkü bir tane bile müslümanın canı , malı , namusu tehlike altında ise hepiniz bilirsiniz ki ; Peygamber SAV , Ben-i Kurayza Yahudileri üzerine yürüdüğünde bana itaat eden ikindi namazını kurayza yurdunda kılsın dedi , o oyalanmaya bile müsaade etmedi.

Şimdi gelelim İslam dünyasında alimi ilmine , abidi camisine , taciri ticaretine bilmem ne günlük meşgalesine gidiyor her gün bu düzen ve çark dönüyor , İslam dünyası maalesef bu sefalete çeşitli sömürü ve İslam dünyasının bölük pörçüklüğü , malını ve canını sakınması , dini anlamda yozlaşması gibi sebeplerle yuvarlandı bu sorunların daha çözülemiyor iken tüm bu işlerin sebebi sanki bir takım spor organizasyonları imiş gibi anlatmakla bir yere gidemeyiz.

2-Bir diğer eleştiri bu spor organizasyonun isminin İslami olmasının sakıncalı olduğu idi. Burada aslında konuyu detaylı izah edebilirdik ama ucuz te’vil yaptığım eleştirisine muhatap kalmamak için şimdi yazıyorum.

Şimdi örneklerle vereyim.

İslami Dayanışma Partisi diye bir parti kuralım mesela burada İslami kelimesi neyin sıfatıdır , dayanışmanın sıfatıdır.Yani burada da İslami kelimesi oyunların sıfatı değil dayanışmanın sıfatıdır.

Mevzuyu buraya çektiler ve burada İslam adına ne yapılıyor dediler. Konu burada İslam ve Spor bahsine girer bu konular üzerinde malum olduğu üzere doğru düzgün çalışma yoktur , elde mevcut ulemanın çok yüzeysel geçtiği eserler vardır.İslam ulemasının sporla arası iyi değildir.Oysa spor veya buna bedeni kuvvetli tutma diyelim incelendiğinde başta Peygamber Efendimiz ve ashabının çok önem verdiği bir hadisedir. Bir müslümanın kilolu olması kınanmıştır.Kılıç kullanamayan , ok atamayan , ata binemeyen bir müslüman modeli Asr-ı Saaddette düşünülmez. Hadis-i Şerif’lerde yüzme , koşu , güreş gibi spor kabilinden şeylere övgü vardır. Detayına girmiyorum.

Gel zaman git zaman spor çeşitlenmiş , örgütlenmiş , profosyonelleşmiş ve dünya gündeminde , hakların gündeminde yer almıştır. Bakın bu eleştirileri getirenlere diyorum dünyada neredeyse hemen hemen her spor dalında en geri milletler Müslümanlardır. Müslümanlar spor yapmamaktadırlar. Müslümanlar spor organizasyonları için bir araya gelmemektedirler. Ben bir ara yazdım Müslümanlar bugün artık sosyal organizasyonlarını spor merkezlerinde , spor organizasyonlarında yapmalıdırlar diye.Müslüman toplumun neyi eksikse onu yetiştirmesi lazım , 1000 tane fakih var 1 tane mühendis varsa fakih yetiştirmenin manası yoktur bunu her müslüman bilir. Sporda durumumuz da belli neden bir spor dalının İslami mi değil mi diye bilip bilmeden eleştiriye tabii tutuyoruz.İslama , müslümanlara has bir spor dalı yoktur. İslamın prensiplerine uygun olmayan bir yapısı varsa o spor dalı reddedilebilir sadece.

Burada konu şuydu özetleyeyim İslami kelimesi dayanışmanın sıfatı idi.Burada niye Müslüman ülkeler organizasyonu şu bu gibi isimler konulmadı eleştirisinin esasında temeli yoktur.

3-Bir diğer eleştiri İslami kelimesini oyunların sıfatı yapıp , oyunları İslami bulmamak.Şimdi işi böyle anlayınca bu sonuca ulaşmak mümkün , burada sorun nedir ?  sporcuların kılık kıyafeti meselesi veya organizasyonlarının batılı muadillerine benzemesi   şimdi İslam dünyasının temel sorunlarından biri ile karşı karşıyayız realite ile olması gereken arasında sorunlar arasında boğuluyoruz. Çünkü tüm İslam dünyası hala yüzünü batıya , modernliğe dönmüş durumdadır bugün ben en dindarım diyen bile bu haldedir. Elimizde onların ürettiği teknoloji ile biz iyi müslüman olamayız , öyle fenni alıyoruz demek filan değildir bu ticari ve teknolojik sömürüdür bugün İslam dünyasının hali kendimizi kandırmayalım.

Geçmiş bir tartışma konusu idi hatırlayanlar vardır.İslamcılar şort giymiyorlar oysa son halife Abdülmecid Efendi’nin mayolu fotoğrafı vardır diye , evet işin mihenk noktası burasıdır. Müslümanlar bu işlerden uzak durdukları için dünya standartlarını pat diye alırlar.İslam dünyasının en büyük sorunu standartlaşmayı sağlayamamasıdır. İslami bir spor kıyafeti yani kadın ve erkek için tesettürü sağlayan kıyafet diye kimsenin bir derdi yoktur. Halife bile ne giyindiğini düşünmez haldedir çünkü hiçbir standartın aksini düşünemez mevcut varsa sadece ona sarılır denizden çıkar fesini giyer. Bu tepeden olmaz bu sporcunun talebi ve şuuru ile olur bu da düşünceden doğar , düşünce olmadan olmaz , Müslümanlar içinde düşünebilen , onlara yol gösterebilen spor adamları olmadığı için kimse düşünemez.

Daha düne kadar ülkemizde başörtü sorunu vardı. Şu sorun nereden nereye geldi , düşünün içindeki tedriciliği görüyor musunuz ? Bir şeyin aniden olması da mümkün değildir.İslam dünyasının da hali öyle her şeyin İslami olduğu gibi tüm Müslümanların İslami şuur içinde bulunduğu gibi falan bir durum yok.Maalesef cehalet ile karşı karşıyayız , müslüman siyasetçilerin dayandıkları tabanlar yoksullar ve imkanı kıt kitleler , ülkeleri sanat ve spor alanında yönlendirenler genelde o ülkelerin seküler yaşam ve fikirleri benimsemiş kişileri. Bunları hepimiz gayet iyi biliriz tekrar tekrar tartışmanın da alemi yoktur.

Bir diğer sorun İslamiliği de sadece kıyafete bırakırsak bu sefer yine bir takım eleştiriler gelecektir. Malum bir ara tesettürlü bir genç bir bayan keman konseri verdi ,İslami camia bu ne haldir dedi , ee kemanı nerede çalacak ?  İslamisi o zaman ancak kadınlar arsında ve kayda alınmadan olur . Bir spor organizasyonunda kapalı bir kadın sporcu erkek seyirciler önünde hoplayıp zıplayıp spor yapabilir mi ? Onu da geçtik diyelim bir kadın dünyanın bir ucundan bir tarafına spor kafilesi ile gelebilir mi ? Yolculuk kurallarını da sağlamak lazım yani işin özü öyle bir şeye İslamilik sosu dökmekle bu iş bir anda olmaz ama tedrici tedrici olacaktır eğer bir niyet varsa.

4-Bir diğer eleştiri hiçbir spor organizasyonu dindarların gündeminde değilken kafayı bu organizasyona takmaktır.  Bu kendi kitleleri için yeni bir gündem bulmadır.Müslümanlar arasında olumlu bir düşünce , birlik fikri gibi işlere yanaşmayıp devamlı eleştiri ve tenkit ile gün geçirenler için ancak bir malzemedir.Yahu hatasıyla sevabıyla , kimi kıt ekonomik kaynaklarıyla müslümanlar bir araya gelmiş bir organizasyon yapıyor diyecekleri yerde , bu ne biçim organizasyon , tahrif , islamla alay gibi içine hamaset doldurulmuş eleştirileri sıralamak pek kolaydır.

O zaman bende sana sorayım ey şuurlu müslüman , grup , hoca , parti neyseniz ?

Hangi dindar sporcuya destek oldunuz şimdiye kadar

Hangi dindar spor organizasyonun öncüsü oldunuz

Buradan konuşmak kolay , gücünüz varsa gidin yetkililerle görüşün , İslam İşbirliği Teşkilatı’na gidin görüşün.

Ben bunun derdini çekenleri biliyorum onlar bu konuda bir tenkit getirmediler.

Sporla , sporcuyla , organizasyonla işi olmayıp , sosyal medya reytingine esir olmuş hocaların kitlelerine vay be hocamız ne konuşuyor ne şuurlu dedirtmek için ha bire video , konuşma ve içerik üretme sevdasından vazgeçmesi gerekir.

5-Bir diğeri ise Ak Parti ve Konya Büyükşehir Belediyesi’ne siyaset dışı kurnazlıkla vurup ucuz siyaset yapmaya çalışmaktır e bunu da herkes anlıyor.

Velhasılı kelam İslami Dayanışma Oyunları , ülkemiz ve şehrimiz için bir kazançtı fakat daha müslümanların çok yol kat etmesi gerektiğini gösterecek emareler gördük , şehrin yapısının pek yeniliğe açık olmadığını gördük , İslam şuurunun genele teşmil olması değil de kendi mahallemizde çalıp söyleyelim anlayışının yaygın olduğunu gördük , ufkumuzun daha bizi ileriye taşıyamayacak kapasitede olduğunu gördük , Müslümanların hala  tenkit kültürünü aşamadıklarını gördük hala pasif olduklarını gördük yani gördükte gördük.

İslami Dayanışma Oyunları unutulup gidecek ülke gündeminden de çıkacak yeni ihtilaf ve tenkit gündemleri bularak Müslümanların enerjilerini sömürecek kişileri dinlemeye de devam edeceğiz ama siz gelişmeye odaklı müslüman gençleri , müslümanları destekleyin.

Benim hayatta şiarım şudur , batının ahlakı , Finlandiya’nın huzuru falan beni ilgilendirmez , Allah’tan , peygamber’den habersiz bir toplum asla iyi olamaz , hatasıyla , kusuruyla müslüman toplumu yani ümmetin her bir ferdi azizdir , başımın üstündedir , hepsini severim , ben Müslümanların yaptığı her şeyi değerli görmeye gayret ederim , gayrimüslime buğz eder , müslümana dua ederim, yardıma muhtaç olanın yardımına  koşmaya gayret ederim , harcayacağım parada müslüman cebine gitmesi için gayret ederim. Müslüman sanatçıyı severim , müslüman sporcu severim , başarısından sevinç duyarım. 25.08.2022

Mehmet Emin Başalp

OKUNMAK

Sağlık sorunları nedeniyle bir süredir Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde tedavi gören Rasim Özdenören, 82 yaşında, hayatını kaybetti. 4 Aralık 2017'de Yazar Özdenören . (Arşiv) ( Ahmet Sel - Anadolu Ajansı )
Fotoğraf Anadolu Ajansından eklenmiştir ( Ahmet Sel – Anadolu Ajansı )

 

Edebiyat sahasında Müslüman edebiyatçılar , Müslümanca edebiyat üretenler açısından değerlendirdiğimde bir çok isim çıkar. Mehmet Akif Ersoy kendi başına bir çizgiydi.Necip Fazıl Kısakürek bir çizgiydi. Ahmet Kabaklı ve çevresi bir çizgidir. Raif Cilasun , Necati Sepetçioğlu , Hasan Nail Canat gibi isimlerde vardır.Cemil Meriç bir ayrı çizgidir. İsmet Özel ayrı bir çizgidir , Şule Yüksel Şenler’in edebiyat dünyasında yeri nedir ? bilemiyorum ama vardır. Mustafa Kutlu’da vardır. Beşir Ayvazoğlu’da vardır. Emine Şenlikoğlu’da roman yazmıştır.

Yedi Güzel Adam olarak tabir edilen edebiyatçılarda önemli  bir çizgiydi.

Bu edebiyatçıların bu dünyadan göçmüşleri var genç olanları var  yeni türler deneyenleri var , özenip beceremeyenler var , pek içeriği olmadığı halde popüler olduğu için okunanlar var ,edebiyatçı dahi olamayacakları var ,  unutulup gitmiş olanlar var vesaire neticede üretim bir şekilde devam ediyor.Belki bana göre en büyük sorunları dünya çapında okunan bir yazarımızın bu sahadan olmaması ama orası ayrı konu.

Yakın zamanda vefat eden Rasim Özdenören Bey’in edebi kişiliğini ve eserlerini değerlendirmeyeceğim , Rasim Bey’i okumaya devam edip etmeyeceğimizi düşünüyorum. Ben 1984 doğumluyum bilindik muhafazakar edebiyatçılardan Nuri Pakdil hariç diğerlerini az çok okumuşumdur.Edebi eser okumak bir ihtiyaçtır gerek dünya edebiyatından gerek Türk edebiyatından hala roman , hikaye , şiir türünde eserler okurum.Acaba 2023 doğumlu nesiller Rasim Özdenören okuyacaklar mı ? Onlara büyükleri , öğretmenleri Rasim Özdenören oku diyecek mi ?

Edebiyat içinde muhafazakar ve İslami hassasiyetleri olanlar ayrı bir kategoriyi teşkil ettiği için bu yazıyı yazıyorum yoksa tabii ki insanlar çeşitli edebiyatçıların eserlerini okumaktan keyif alırlar tabii ki ben Türk şiirinde Yahya Kemal okumaktan daha çok zevk alırım , Kemal Tahir romanı okumaktan büyük keyif alırım.Fakat şöyle bir sorun vardır  eleştirmenlerce iyi romancı denilen Halid Ziya Uşaklıgil bugün ne kadar okunuyor ? Bugün Tevfik Fikret şiirleri ne kadar seviliyor ?

Sezai Karakoç Bey’in , Necip Fazıl Kısakürek’in İsmet Özel’in sıkı takipçileri var ama acaba Rasim Özdenören’in olacak mı ? Özdenören’in hikayeleri okunmaya devam edecek mi ? mesela bu üç isme göre Rasim bey hikaye türünde eserleri ile biliniyor. Tabii bazı edebiyatçılar kültleştirilmiştir fakat  kültleştirilmemiş edebiyatçılardan mesela bugün Ahmet Hamdi Tanpınar hayli popüler bir edebiyatçı , yaşadığı dönemden bile çok okunuyor. Bunun tersi de olabilir mesela bugün Orhan Pamuk romanları çok satılmakla birlikte acaba gelecekte de okunmaya devam edecek mi ? Merak işte.

Yedi Güzel Adam’a bir daha bakalım , bugün Cahit Zarifoğlu Bey’in kitapları basılıyor , şiirleri okunuyor. Erdem Bayazıt şiirleri okumaktan şahsen keyif alıyorum.Sezai Karakoç Bey’de okunuyor. Burada ben hiçbir eserini okumadım ama Nuri Pakdil’e rağbeti bilmiyorum.Alaeddin Özdenören ve Ali Kutlay’ında pek okunduğunu sanmıyorum. Mehmet Akif İnan’a da rağbetin düşük olduğunu kanaatindeyim.

Onlar Rasim Bey’e kıyas olacaklarsa Rasim Bey’de okunmaya devam edecektir. Fakat Rasim Bey hikaye türünde eser vermiştir. İşte bundan dolayı biraz ilerde ne ölçüde bir rağbetle okunup okunmayacağını merak ediyorum çünkü bu türde kalıcı olabilmek biraz daha  zordur sıkı oyucu ister. O nedenle umarım okunmaya devam eder okuyucu kitlesinin devam etmesi romancılardan da daha zordur.Herhalde Türk Edebiyatında hikaye okumayı biraz özendirmemiz gerekecek galiba.

Rasim Özdenören Bey’e Allah’tan rahmet diliyorum , Allah eserlerinin tesirini halk edip hayra tebdil eylesin. 01.08.2022

 

Mehmet Emin Başalp

 

ETLİEKMEK KAHTİYYESİ

Etliekmek

Divan şiirinde bir tür vardır buna “Kahtiyye” derler.Genelde toplumu etkileyen ekonomik sorunlar üzerine yazılmıştır. Kökeni itibariyle kıtlık kelimesinden türemiştir ama kıtlık , kuraklık , hayat pahalılığı , mal yokluğu gibi hadiseler üzerine örnekleri vardır.Gerçi bu tür Osmanlı’da da git gide son yüzyıllarda azalmıştır , konunun meraklıları araştırabilirler konumuz divan edebiyatı değil en meşhurlarından biri Necati Bey’e ait Arpa konulu kahtiyyedir.

Sosyal medyada etliekmek fiyatlarına dair bazı fiyatlar görünce aklıma geldi bu tür , tabii ben şiir yazamam hele aruzla filan divan şiiri hiç yazamam sırf bir nükte olsun diye etliekmek üstüne alelacele  etliekmek konulu kahtiyye denemesi yazdım , belki literatüre kahtiyye yazan bir şair olarak geçerim işin laitfesi bu. Bu yazıyla şunu belirtelim etliekmek fiyatlarını makul tutmak lazım bu hazır yemek Konyalı için önemli çünkü çok tüketilir , esnaf tüketir , çalışan tüketir , misafir tüketir , cenazede tüketilir vesaire vesaire. 17.06.2022

Kahtiyyemiz

Konyamız’ın lezzeti canım etliekmek

Mis gibi kokar , gevrektir o  etliekmek

Şimdi  etliekmek olmuş altmış lira

Konyalının ruhuna  okuyorsunuz sala

Ne yapsın adem  cüssesi  belki iri

Bir oturuşta yemesin mi şimdi iki

İçinde ne var sanki domates , biber

Herhalde bu fiyatla var içinde sim-ü zer ( altın ve gümüş )

İndürün bu fiyatı gelin yapmayın

Ağzının tadı Konyalının kaçmasın

 

 

 

Mehmet Emin Başalp