ŞEHİD DEDEMİZDEN BUGÜNE BİR İSİM HİKAYESİ

çanakkale abide

Çanakkale Savaşı şehidi  Doğanbeyli  Ağıllı sülalesinden  Ahmet dedemizi büyük amcamız ( babamın amcası ) Ali Başalp tarafından Çanakkale Savaşı’nın yıldönümü vasıtasıyla hatırlatan bir mesaj gelince karşılıklı bir süre mesajlaştık , bende de bazı bilgiler vardı , ondan yeni bazı bilgiler öğrendim , e devlet üzerinden bir araştırma yaptık bu vesileyle bazı konuları hatırladık ve bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim başta Çanakkale Savaşı’nda binlerce vatan evladı gibi şehit düşmüş  ceddimizi tekraren rahmet ve minnetle anıyor  ve bir isim hikayesi adı altında bugüne kadar uzanan bir konuyu yazıya dökmek istiyorum.

Büyük babaannemiz Havva yani dedemin annesi , ismi geçen şehit Ahmet dedemizin kızıdır , bu şehit dedemiz Doğanbey’de Ağıllılar olarak bilinen bir aileden gelir , babasının ismi Mustafa’dır. Bu aileye ilişkin hatıraları şimdi rahmetli oldu bu şehit dedenin torunu İstanbul’da Ahmet Ağıllı vardı Ahmet Dayı olarak biz hitap ederdik, ondan bazı hatıraları dinlemiştim , bu hatıraların bir kısmını büyük babaannemizden dinledik bir kısmını da işte yine dedemlerden dinledim ve bugün  akrabalar  yeniden değerlendirdik.

Şehit Ahmet Dedenin e devlet kaydımızda doğum tarihi 1879 olarak geçiyor , muhtemelen doğru bir tarih şehit düştüğünde 34-35 yaşlarında olması muhtemel , evliliğinden ki genç yaşta evlendirildiği biliniyor Ali isminde bir oğlu var oda genç yaşta vefat ediyor fakat çocuklarından soyu devam etmektedir İstanbul’da ikamet eden Ağıllı ailesi.

Kızı Havva ise oğlundan 14 yaş kadar küçüktür muhtemelen arada o yıllarda sık karşılaşılan bir durum  küçük yaşta çocuklar vefat etmiş olabilir  , büyük babaannemizden duyduğumuz kadarıyla “ babam ben altı aylıkken harbe gitmiş “ derdi.  Büyükbabannemiz 1913 doğumlu fakat bugün Ali amcamızla konuşmamızda esasında 1915’li olduğu yönünde bilgi edindim daha sonra bir yaş tashihi yapılmış. Bundan niye bahsettik çünkü asker arkadaşlarının anlatımları ile Edirne Uzunköprü’de cephedeler hem Uzunköprü , hem 1913 tarihi olunca acaba Çanakkale Savaşı değil de Balkan Harbinde şehit düştüğü yönünde benim bir yorumum vardı.Fakat bu yaş tashihi ve asker arkadaşlarının Çanakkale vurgusu olduğu yönünde yeniden değerlendirince ve Uzunköprü de de savaşlar olduğu bilindiğinden Çanakkale Savaşı cephesinde şehit düştüğü kanaatindeyiz ve dedemiz bir Çanakkale şehididir.Bugün mezarı bir çok şehidimiz gibi belli değildir ,İstanbul da hastaneye kaldırıldığı yönündeki rivayetlerden acaba orada vefat edip Edirnekapı Şehitliği’ne defnedilmiş olabileceğini sadece tahmin ediyoruz.

Eşi , oğlu ve küçük kızı bir daha babalarından haber alamıyor ve hemşerisi asker arkadaşlarından bu rivayetleri çok daha sonraları duyuyorlar maalesef 19.yüzyılın sonu Osmanlı İmparatorluğu’na batılı güçler dört koldan saldırdığı için 93 harbinden ve devamında , Anadolu’dan asker toplanmakta ve  bu vatan evlatları Yemen’den , Kafkas’lara , Çanakkale’den , Filsitin’e yine Balkan harbinde ve daha sonra Kurtuluş Savaşı yıllarında yüzbinleri geçen şehitler  verilecektir. Anadolu’dan giden evlatlar , eşler bir daha dönemeyeceklerdir. O nedenle o yıllarda kocası , babası , çocuğu şehit düşmüş aileler çoktur ve kısıtlı imkanlarla yaşamaya devam edeceklerdir.

Şehit Ahmet dedemizin kızı Havva babaannemiz kendisini gördüm , çokça vakit geçirme imkanımız oldu , uzun yaşadı  , ibadetine düşkün saliha bir hanımdı , büyükdedemiz Mustafa Başalp ile evliliğinden  dedem Mehmet doğmuştur , ondan da babam Ahmet doğmuştur.

Yazının konusu isimdi babamın adı olan Ahmet , büyükbabannemizin şehit babasının adıydı bunu kendisinden defalarca dinlemiştik “ babamın adı , ağzımın tadı “ diye severdi . Torunları içerisinde adı Ahmet olan sadece babamdır , babamın baba tarafından Ahmet isminde başkaca bir büyüğü de yoktur yani ismi bu şehit dedenin ismine izafeten verilmiştir.

Yine bu isimde ikinci kişi abisi Ali Ağıllı’nın oğlu olan İstanbul’da ikamet eden Ahmet Ağıllı idi   oda çok sevdiğimiz bir büyüğümüzdü Allah rahmet eylesin.  O da kendi isminin şehit dedesinin geldiğini söylerdi. Şimdi oğlu avukat Ali Ağıllı abimizin de Ahmet isminde bir oğlu var.   Ahmet ismi oradan da devam ediyor.

Bu şehit dedemizden gelen Ahmet ismi önce babama konmuş daha sonra bizde evladımıza hem dedesinin adı hem de ardındaki hikayeyle Ahmet Tarık ismini verdik ve isminin kökeni derinlemesine bakıldığında  Çanakkale savaşında şehit düşen bu büyük dedemizden gelir.

Bu vesileyle tüm şehitlerimize , gazilerimize , hassaten Çanakkale şehitlerine , şehit Ahmet dedeye , ahirete irtihal etmiş ismi zikredilen zikredilmeyen büyüklerimize tekraren Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanları cennet olsun. İstiklal Marşı’nın şu dizeleriyle yazımı bitiriyorum.17.03.2021

Bastığın yerleri ”toprak!” diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

 

Ahmet Özdemir ( Kör Ahmet ) İlk Defa Yayınlanan Bir Videosu

Ahmet Özdemir İlk Defa Yayınlanan Bir Videosu

 

Videoyu hangi tarihte çektim bilmiyorum , Rahmetli Ahmet Özdemir , kullanmayı sevmesem de bilinen adıyla Kör Ahmet eski 19 Mayıs İlkokulu , şimdi Mehmet Bayır İho’nun duvarına yaslanmış bir tabure de oturuyor ,tesbih çekiyordu.Yanında oğlu , yardımcısı Zeki Bey vardı.

 

Videoda ses olarak ben , görüntü ve ses olarak babam , ses olarak Zeki ve keyfi yerinde olan Ahmet Özdemir var. Benim avukatlığım üzerinden espri ve yorumlar yapıyor sonra Doğanbeyli oluşumuzdan tanıdıkları anıyor ve yakın zamanda rahmetli olan ve sevdiği Yılmaz Amca’ya da esprili dokunduruyordu.

 

Bu video kaydını ilk defa yayınlıyorum , fotoğrafı daha önce yayınlamıştım ve bazı haber siteleri bile kullanmıştı.

 

Konyamızın yetiştirdiği bu benzeri bir daha yetişmeyecek sanatçımıza Allah rahmet eylesin , mekanı cennet olsun. 08.03.2021

 

Aşağıda Youtube kanalımdaki linki mevcut.

 

https://youtu.be/YvzpWsAMFtM

 

 

LÜZUMSUZ MÜHÜR UYGULAMALARININ KALDIRILMASI GEREKİR

muhur damga

Mühür , tarihi geçmişi hayli eski olan ve başta devlete ait evraklar , kişisel evraklar , vakıf evrakları , kapatılan yahut açılması yasaklanan evrak , kap , kacak , kapı gibi yerlere konulan genelde mürekkep yahut başkaca bir malzeme ile mührün izinin çıkarılması işlemidir. Tabii sadece bu işlem değil bu işlem ile bir sonuçlandırma yapıldığı anlamı çıkar.Tarihi olarak , sanat olarak , anlam olarak , hukuki olarak değerlendirilmesi oldukça uzun ve başkaca bir konudur.

Burada bizi ilgilendiren resmi mühür uygulamasının mevcut hali ,devamının lüzumlu olup olmadığıdır. Bu konu esasında vatandaşı ne kadar ilgilendirir bilinmez ama hala resmi kurum ve kuruluşlar arasında ve resmi kurumlarla vatandaşlar arasında mühürlü evrak olup olmaması , kayıp mühür ve beratlar , mühürleme konusunda yaşanan vakit kaybı , mühürlerin tanzimi , beratı vesaire konusunda yaşanan bürokrasi , mühürlerin zamanla deforme olup sadece mürekkep renginde bulanık bir yuvarlağa dönüşmesi , mühür bozma suçu, yargılaması , infazı  vesaire gibi kanaatimce gerçekten oldukça lüzumsuz iş ve işlemlere sebebiyet vermesi ve mührün gelişen teknoloji ve arşivleme imkanları ile anlamını kaybetmesidir.

Mührün tarihi gelenek nedeniyle üst düzey yöneticiler ve kamu kurumlarında kısıtlı sayıda kullanımı devam edebilir. Resmi Mühür Yönetmeliği’nin 3.maddesi “RESMİ MÜHÜRLERİN KULLANILACAĞI BİRİMLER : Madde 3 – Resmi Mühürler yalnızca kuruluş kanunları ve Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri gereği kendilerine kamu görevi verilmiş kurum veya kuruluşlarca kullanılabilir. Bu kurum ve kuruluşların hangi birimlerinin mühür kullanacağı

  1. a) Cumhurbaşkanlığı Makamı ve İdari İşler Başkanlığında İdari İşler Başkanı, Cumhurbaşkanlığına bağlı kurum ve kuruluşlar ile Cumhurbaşkanlığı Ofislerinde en üst yönetici, Cumhurbaşkanlığı Politika Kurullarında Başkanvekili,
  2. b) T.B.M. Meclisinde Genel Sekreter,
  3. c) Bakanlıklar ile Bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarında Bakan veya Bakanın yetki verdiği makam,
  4. d) Bağımsız yargı organlarında Başkan,
  5. e) (Mülga )
  6. f) Üniversiteler ve bağlı kuruluşlarında Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı,
  7. g) Mahalli İdarelerde vali,
  8. h) Mahkemeler, icra daireleri ve noterlerde Adalet Bakanı veya yetki verdiği makam, onayı ile tesbit edilir.

Görünüşte sanki sınırlı sayıda gibi görülen bu kurum ve kuruluşların aslında hiçte bu kadar az olduğunu düşünmeyin bilhassa c fıkrası ve g fıkrası ile bakanlıkların merkez ve taşra teşkilatlarında her türlü müdürlüğünün mührü , ülkenin en ücra köşesindeki belde belediyesinden , büyükşehir belediyelerine kadar her türlü müdürlüklerinin mühürleri ciddi mühür sayısı oluşturmaktadır.

 

 

Kanaatimce bu mühür yönetmeliği şöyle olmalıdır.

a  ) Cumhurbaşkanlığı Makamı mührü , bu mühürde alelade olmamalı ve bir sanatçı tarafından tasarlanmak suretiyle oluşturulmalıdır.Cumhurbaşkanlığında ikinci mühür olarak sadece İdari İşler Başkanlığı’nın mührü olmalıdır.

b  ) TBMM’ye ait tek bir mühür olmalıdır ve genel sekreterlik tarafından önemli evraklar için kullanmalıdır.

c  ) Bakanlıklarda tek bir mühür olmalı kurumsal olarak sadece merkezi ve bir ilde bakanlığın en üst yöneticiliğinde olmalı önemli evraklar mühürlenmelidir. Savunma , İç İşleri ve Dış İşleri gibi önemli , tek suret ve gizli evrakların olduğu bakanlıklarda sadece bu belgelere has mühürler bulunmalıdır.Bakanlıklara bağlı kuruluşların sadece merkezi anlamda ve bir ilde en üst yöneticiliğinde tek bir mührü bulunmalıdır. Mesela Nüfus Genel Müdürlüğü mührü gibi , İl Nüfus Müdürlüğü mührü gibi ülke sathında birim ve alt müdürlüklerde herhangi bir mühür bulunmamalıdır.

d  ) Üniversitelerin sadece rektörlük dahil önemli evrakı için tek bir mühür bulunmalıdır.

e ) Mahalli idarelerde sadece mahalli idareyi temsilen önemli evrak için tek bir mühür olmalıdır. Valiliklerin ve kaymakamlıklarında önemli evrakı için sadece tek bir mührü olmalıdır. Müdürlük ve birimlerin mührü olmamalıdır.

Önemli evrakların ne olup olmadığı ilgili bakanlıklarca bakanlıkça belirlenmeli ve sınırlı sayıda tutulup ilave mühür prosedürleri oluşturulmamalıdır.

Askeri hizmetler , istihbari konular ayrı düzenlemelerin konusudur zaten , yargı organları , noterler vesaire ise mühür yönetmeliğinden çıkarılmak suretiyle ayrı bir düzenlemeye konu edilmelidir. Çok defa ifade ettim bizde sadece mahkeme gerekçeli kararları mühürlenmeli fakat bu mühürler ve karar kağıtları bir tasarımdan geçirilerek nitelikli hale getirilmeli ve arma kullanılmak suretiyle ıslak imzalı olmalıdır ve bu uygulama mühür sayılmalıdır. İcra dairelerinde mühür uygulaması kaldırılmalıdır. Noter mühürleri de azaltılabilecek şekilde yeniden düzenlenmelidir.

Bir evrakın sonlandığı , görüldüğü , kaydedildiği , arşivlendiği , kopyalandığı , aslının aynı olduğu , bir kurumdan cevabının onaylı halinin geldiği hallerde mühüre gerek yoktur bunlar kurumlarca gerektiğinde  basit kaşe ve notlarla düzenlenebilir çünkü mühürleme işlemi yapmanın herhangi bir anlamı olmayan milyonlarca belge üretilmektedir.

Ülke çapında bu kadar çok mührün olması gereksiz  bir mühür prosedürü oluşturmaktadır. Ben bunu kamuda çalıştığımda fark ettim kaymakamlıklarca neredeyse her hafta ülkenin bilmem neresinde bir müdürlüğe ait mühür ve beratın kaybolduğuna dair yazı geliyor , ben bunu hafızamda tutamayacağım gibi bunu sair kamu kurumu ve personelinin de bilmesinin de bir faydası yok , ilanı gerekliyse tüm ülke çapında kamu kurumlarına gönderilmesi de ilave külfet ve evrak yoğunluğu olup  bu hususunda basitleştirilerek sadece tek bir bakanlığa bildirimde bulunulması yeterlidir.

Bir diğer hususta kaçak yapı , ruhsatsız işyeri ve kanuna aykırı iş ve işlemlerin yapıldığı yerlerde yer alan mühürler. Kaçak yapıda mühürleme ifadesi geçmekle birlikte mühürleme işlemi uygulamada yoktur , kaçak yapıya yazı asılması mühürleme anlamına gelir bu husus hukukçular ve vatandaşlar tarafından da anlaşılmakta zorlanılmaktadır.Burada mühürleme ifadesi kaldırılmalıdır. Ruhsatsız işyerleri veya yasak faaliyet yapan yerlerin mühürlenmesinde ise kapıya bir soğuk mühür takılmaktadır. Bu mührün kaldırılması da mühür bozma suçunu oluşturur.Burada da mühür ifadesinin kaldırılması ve kapatma ilanı haline getirilmesi gerekir , mühür faaliyeti yasaklar yoksa mührün fiziki şeklinin bozulması cezanın amacı değildir fakat uygulamada bütün yargının işi gücü bu mührün fiziki varlığına kasdedilmesine odaklanılmıştır.Bu mühür uygulaması kavramı da kaldırılmalıdır.Suç ise faaliyete devam eden kişilere uygulanmalıdır.

Ülkemizde bir mühür sorunu da seçimlerde oy pusulasının mühürlenmesi mevzusudur. Bu uygulama da her türlü karışıklığa mahal verdiğinden en son düzenleme ile mühürsüz pusula da geçerli sayıldı fakat barkod gibi uygulamaların olduğu bir dönemde artık oy pusulasının mühürlenmesi gibi bir düzenleme de ortadan kaldırılmalıdır.

Birde mühürlü Mushaflar ( Kuran-ı Kerim’in kitap hali )  vardır.Diyanet İşleri Başkanlığınca Mushafların doğruluğunun kontrol edildiği ve arkasının mühürlenir bilhassa halkımız bu mührün olup olmamasına dikkat eder. Bu mühürleme işlemi de mühür şeklinde değil de daha şık bir şekilde incelemeden geçtiğinin bildirildiği bir uygulamaya veya tasarım bir mühüre dönüşebilir.

Neticede yazının esas amacı mühür sahibi kurum sayısını azaltılması , gelişen teknoloji ile mühürlü evrak sayısının azaltılması ve bir devlet geleneği olarak mührün sınırlı sayıda evrakta uygulanmak suretiyle devamının sağlanmasıdır.İleride de bu usullere geçileceği de açık olup bu tarz gereksiz mevzuat ve uygulamalardan da kurtulmamız gerekiyor. 03.03.2021

 

Mehmet Emin Başalp

 

AMERİKA’DA BİR MORNİNG

HASAN TERZİ

AMERİKA’DA BİR MORNİNG

Tüketim ve haz merkezli bir yaşam tarzının dünyadaki en büyük temsilcisi ve öncüsü Amerika ve Amerikan kültürüdür diyebiliriz. Teknolojik gelişmelerin birçoğunun çıkış yeri, kitleleri peşinden sürükleyen ünlülerin anavatanı, zenginliğin ve lüksün merkezi olan Amerika. Bu merkezi rolü sadece iş yaşamı ya da parayla ilgili faktörler çerçevesinde açıklamak yetersiz kalır. Bu rolün bir diğer ayağını da Amerika’nın toplumsal ve siyasi yapısının oluşturduğu göz ardı edilmemelidir. Bu yapı memleketini, arkadaşlarını, belki ailesini arkada bırakarak fırsatlar bulma amacıyla bu yeni kıtaya gelen insanların oluşturduğu bir yapıdır. Bu insanlar yaptıkları işte başarılı olmak için tek başınaydılar, akademik bir başarı elde etmek istediklerinde ellerinden tutacak kimseleri yoktu, bir ev yapmaya ya da satın almaya yeltendiklerinde onlara yol gösterecek kimseleri yoktu.Ve bu insanların her biri tek başınaydı bu yeni kıtada. Muhtemelen büyük zorluklar yaşadılar, büyük sıkıntılar çektiler hayatlarını kurma ya da hayatta kalma mücadelesinde. Fakat bu yalnızlık durumunu sadece sıkıntı ve zorluklarla açıklamak o dönemin şartlarına haksızlık olur kanaatindeyim. Çünkü yalnızlık beraberinde özgürlüğü de getirmez mi? Zorluklarla bir başına mücadele eden insan aynı zamanda, işine karışan, ona şu işi şöyle yap, bunu böyle yap diyen birilerinden de uzak değil midir?

Amerika’ya özgürlükler ülkesi denmesini bir de bu açıdan değerlendirmekte fayda var. Sosyal medyada görüyoruz, Amerika’da halk siyasileri dilediği gibi eleştiriyor, yüzlerine karşı ağır söylemlerde bulunuyor ama o siyasilerin korumaları da dahil olmak üzere kimse onlara müdahale etmiyor. “Fikrimi beyan etmek benim en temel hakkım, anayasal hakkım” diyor ve diğerleri de elleri çenesinde “adam haklı, bu onun en temel hakkı abi” diyor. Türkiye’den bakınca bize biraz garip geldiği aşikâr, ancak 250-300 yıldır tek başına hayatta kalan insanların oluşturduğu ve özgürlüğün hayatın merkezine yerleştirildiği bu toplum için hiç de garipsenecek bir durum yok aslında. Mesele özgürlük tam olarak!

Bir de özel mülk meselesi var filmlerde gördüğümüz. Burası benim özel mülküm diyor Amerikalı ve buraya girersen seni vururum diyor, vuruyor.Vuran haklı oluyor, vurulan haksız. Türkiye’de bunu yapsa biri, vurulan evin içine dahi girse haklı olacak belki, vuran ise haksız. Buradan bakınca bu da garip geliyor bu toprakların insanına. Bu da özgürlük meselesi ama sınırı var özgürlüğün. Diyor ki “benim özgürlük alanımın başladığı yerde seninki biter, yakarım!”

Peki bu örneklerde onları bizden ayıran, onlarla bizi birbirimizden farklı kılan tek şey özgürlük mü? Hayır, yalnızlık! Tabir yerindeyse Amerika’da insanlar yalnız doğuyorlar, yalnız yaşıyorlar, yalnız ölüyorlar. Ailelerinden uzağa geldiler (yalnız doğdular), tek başlarına iş kurdular (yalnız yaşadılar), ailelerinden uzakta (yalnız) öldüler. Peki biz burada, Türkiye’de, memleketimizde, evimizde nasıl yaşıyoruz? Ailemizin yanında (hep beraber) doğuyoruz, ailemizin teşvikleriyle, yönlendirmesiyle, desteğiyle (hep beraber) iş kuruyoruz, ailemizin yanında, onları gözyaşları arasında, onların üzüldüklerini görerek (hep beraber) ölüyoruz!

Bu açıdan bakıldığında biz özgürlükçü ya da özgür bir toplum değiliz. Buna bireysel toplum anlayışı da denebilir. Biz bireysel olarak yaşamaya uygun kodlara sahip değiliz. İşe girerken bir tanıdık gerekir bize, sanayide de olsa, devlette de olsa “dayı” ararız bir yerlerden. Dayımız yoksa eniştemiz vardır, yoksa da ararız, buluruz. Sadece işe girerken değil, iş yaparken de dayıların ya da eniştelerin tanıdıklarıyla yaparız biz işlerimizi (bu tespit sadece içinde bulunduğumuz şu zaman dilimi için geçerli değil, 40 yıl önce de aynıydı, muhtemelen 400 yıl önce de). Arkadaşla, akrabayla, tanıdıkla iş yapmayı, işlerimizi onlara yaptırmayı, malı onlardan almayı severiz biz. Çünkü (sosyolojik tabirle) cemaatçi bir toplumuz biz. Sol da cemaattir kendi içinde, sağ da, tarikatler de cemaattir, ateist gruplar da. Biz cemaat halinde yaşamaya alışmış toplumuz. Bayramda birbirimizi ziyaret ederiz, akşamları ailecek birbirimize gider geliriz, anne-babamıza yakın yerlerde yaşarız, çok uzaklara gidemeyiz, gitsek de sık sık yanlarına geliriz. Amerikan toplumunu bizim toplumumuzdan farklı kılan bir başka örnek olarak da bu cemaat yapısıyla ilgili olan ve çocuğun amcasına ismiyle hitap etmesi, 18 yaşını doldurunca kimi ailelerin çocuğu evden postalaması gösterilebilir. Bizde çocuk amcasına ismiyle seslense babasının, amcasının ve bilumum akrabanın, eş-dostun, mahalleden abilerin topluca kendisine girişeceğini ve komada birkaç aydan sonra hitap şeklinin doğrusunu öğreneceğini bilir ve o toplara hiç girmez. Amca der geçer.

Kısaca Amerika-Türkiye karşılaştırması olarak nitelendirebileceğimiz bu durumun küçük ölçekli bir örneğini burada kendi topraklarımızda gözlemliyoruz aslında. Anadolu’nun bir köyünden, kasabasından ya da sıradan orta ölçekli bir şehrinden İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e üniversiteye giden gençler de kendi çaplarında bir Amerika keşfi yaşıyorlar. Bir özgürlükler diyarına adım atıyorlar, aileden uzakta, tek başlarına bir yaşam kurmaya çalışıyorlar. Baba evinde kira ödeme derdi olmayan, yemek yapmakla uğraşmayan, fatura ödeme sorumluluğu olmayan gençler üniversite eğitimi için büyük (ya da başka) şehirlere gidince üzerlerine kocaman(!) sorumluluklar yükleniyor, hayatın acımasız(!) yüzüyle bir anda karşılaşıveriyorlar. Ama özgürlük pahalı şey!Aile yanında hayat bedavaydı belki fakat özgürlük yoktu. Şimdi ise hayat pahalı ama yanında özgürlük bedava! Ailenin yanında sigara içemeyen genç yeni geldiği şehirde cebinden sigara paketini eksik etmez oluveriyor bir anda. Sadece aile yanında mı içemiyordu o sigarayı? Koca şehirde bile rahatça içemezdi, babası görmese akraba görür, komşu görür, babasının arkadaşı görür, ortalık karışırdı.

Bizim buranın gençleri için yeni gidilen şehir küçük Amerika’dır artık. Memleketinde yapamadığı ne varsa burada yapabilme özgürlüğü vardır. Memlekete dönünce sıkılır, rahat edemez, bir an evvel kendi(!) şehrine dönmeyi arzular. Niye? Özgürlük orada çünkü! Bu özgürlük tıpkı Amerika’ya iş bulmaya giden insanların özgürlüğü gibidir. İşine, hayatına karışan yok, o iş öyle yapılmaz diyen yok, onu yapma diyen yok.Tek başına küçük bir krallık gibi.

Peki Amerika’dakini o yalnızlığında kötülerden, canavarlardan koruyan kim? Yalnız değil mi bu insanlar, birilerine ihtiyaçları yok mu korunmak için? Var tabii ki, onları koruyan kendi koymuş oldukları kurallar, kanunlar ve hepsinin üstünde kendi oluşturdukları anayasa. Bizim gençleri gittikleri şehirde koruyan kim var peki? Merak etmeyin, bizim gençlerin durumu da Amerika’dakilerle aynı demiştik ya, bizimkileri de yine kanunlar koruyor. Kanun bir şeye yasak diyorsa bizimkiler onu yapmıyor, yasak demiyorsa dibini sıyırıncaya kadar yapıyor. Gidebildiği kadar ileri gidiyor. Herhangi birinin kendisine müdahalesinde ise aslan kesiliyor bizim gencimiz, “bu benim yasal hakkım, sana ne?” deyiveriyor hemen. Sen de bakıyorsun, kanunen yasak bir durum yok, ses etmiyorsun, bir süre sonra da ses edemez hale geliyorsun.

Peki babasının yanında kanun yok muydu? Sigara kanunen yasak olan bir şey değilken neden sokakta serbestçe içemiyordu o sigarayı? Kanunen yasak olmayan başka şeyler yapmak istediğinde neden yapamıyordu? Sigarayı içse polis yakalayıp götürmeyecek, başka şeyler yapsa devlet güvenlik mahkemesinde yargılanmayacaktı. Neden yapmıyordu peki? Çünkü ailesinin yanında, memleketinde kuralları kanunlar değil “AYIP”lar belirliyordu. Sigara içmek kanunen yasak değildi ama  ayıp sayılıyordu da ondan içmiyordu, başka şeyler anayasada yasaklanmamış olmasına rağmen yapmıyordu çünkü ayıptı. Üniversite için gittiği şehirde onu ayıplayacak kimse olmadığı için sınırları kanunlar koyuyor, ailesinin yanında kanunlara başvurmayı gerektirecek büyük olaylar yaşanmadığı için sınırları ayıplar belirliyor. Ayıp dediğimiz şeyi nereden öğreniyoruz peki? Onu da kültürden öğreniyoruz, kültürümüzden. Kültür bizim olandır çünkü, biz oluştururuz, biz yaşarız, biz yaşatırız. Kültür bizi biz yapan en önemli yapı taşıdır. Kültürü kaybettiğimizde ayıp kavramını kaybederiz. Ayıp yok olduğunda işimiz kanunlara kalır ve kanunlar köşelidir. Ya keser ya da hiç dokunmaz. Halbuki kültür bizim olduğu için bize tam olarak uyar, bu yüzden boşluk yoktur kültürde.

Şimdi biri çıkıp ben kanunlara aykırı bir şey yapmıyorum deyip ayıp bir şey yapıyorsa bilin ki o kişi kültürün dışına çıkıyordur, kültürü bozuyordur, kendisi dejenere olmuştur, başkalarını da peşinden sürükleme hevesindedir, çünkü özgürlük güzel gelir insana, pahalı da olsa güzel gelir. Bu pahalılık kira ya da fatura ödemek gibi bir pahalılık değildir, kültürü tümden kaybetmenin pahalılığıdır…

 

Hasan TERZİ

YÜCELCİLER

 

Screenshot_2021-02-28-09-51-00-229_com.whatsapp

YÜCELCİLER

Yüceciler’in kim olduğunu da ben ne kadar oldu tam bilmiyorum ama üç – beş yıl önce , sosyal medya üzerinden değerli Ekrem Anaç Ağabey’den öğrendim. Ekrem Bey’in , Yücelciler’i tanıtmak ve bu konuda eserler ve bilhassa sinemaya aktarılması konusunda istek , fikir ve gayretleri var.Kanaatimcede Yücelciler’in ülke sathında tanınması ancak bir filmle hızlı ve etkili olur.Ayrıca hikayesi de bir film için gereken unsurları barındırıyor.

 

Ekrem Ağabeyimiz’in , Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nde idari görevi var , arkeolog , sanat tarihçisi ve müze müdürlüğü de yapmıştır. Sosyal medyada isabetli siyasi yorum , tahmin ve analizlerini de yıllardır takip ederim. Yücelciler için yapmış olduğu sosyal medya paylaşımını da bir yazı olarak blog’umuz da paylaşabileceğimi ifade etti. Teşekkür ederim.

 

Bu yazı ile okuyucularımdan istirhamım sizde Yücelciler’i araştırın ve unutmayın. 28.02.2021

VaL_E69D

Ekrem Anaç Yazısı ; 

Yücelciler 1947 

İnsan Yayınları arasında çıkmıştı

Kitapla 1991 yılında 102. Topçu Alayında askerliğimi yaparken asker arkadaşım Fikri Cumhur’un önerisi ile tanışmıştım.

Kitap beni yaktı kavurdu.

 

Yazar Mehmet Talip Ardıcı Yücelciler Hareketinin üyesi idi.

 

Kitap Makedonya Türklerinin Halveti Şeyhi Şuayb Aziz Yücel liderliğinde Tito ya karşı örgütlenmiş ve bu nedenle YÜCELCİLER ismi ile anılan hareketin serancamını anlatıyor.

 

Aslında kitap ülkemizde isminden ötürü gerektiği gibi algılanmadı ve gerekli ilgiyi görmedi, Türkiyede bir fraksiyonu anlatıyor sanıldı.

 

Yücelciler örgütlenmelerini tamamlamış, silahlanımış ve Türkiye gelip İnönü’ye, biz sizden para ve silah istemiyoruz bize uluslararası arenada siyasi destek verin diyorlar. İnönü tamam isimleriniz bırakın gidin diyor. Bırakıp gidiyor Yücelciler, İnönü isimleri Tito ya gönderiyor.

 

Sonra uçsuz bucaksız zulümler başlıyor Makedonya Türkleri üzerine.

 

Şahsen balkan göçmenlerinin dindarlığı hakkında bende olumsuz bir izlenim vardı kitabı okuyuncaya kadar. Belki etrafımda gördüklerimden ötürü.

 

Ama kitapta görülen Makedonya Türklerinin 1947 yılındaki dindarlığı ağızları açık bırakacak kadar yüksekti, bu beni çok şaşırtmış ve kendime kızmıştım.

 

Yazar Mehmet Talip Ardıcı teknik lise mezunu olmasına rağmen kitaptaki edebi seviyede yine ağızları açık bırakacak kadar yüksekti, bunada çok şaşırmıştım.

 

Kitapta dönüp dönüp ağlayarak okuyacak bölümler var.

Sinemaya aktarılsa sinema tarihine geçecek sahne olmaya aday bölümler.

 

Tito nun bu operasyonundan önce bir ara Mehmet Talip Ardıcı’nın Türkiye’ye göçme durumu oluyor. Bu olay üzerine doğduğu topraklardan ayrılmakla ilgili bir kısım var ama olursa öyle olsun. Tekrar ayrılık üzerine böyle bir yazı kaleme alınır mı bilmem.

 

Şuayip Aziz Yücel Efendi ve üç arkadaşının hapishaneden idama götürüldüğünde, hücrede kalanların ağlaya ağlaya koro halinde Rahman Suresini okumaları.

 

Çocukluğu Trabzon’da geçmiş hapishanenin Rum Müdürünün bu görüntü karşısında çocukken insanın rumu türkü olmaz diyerek kendilerine Kuran okuyan ve ikramlarda bulunan nineyi hatırlayarak, eli ayağına dolaşması.

 

Söğütlü cezaevinde Sırpların işkence olsun diye tutuklulara tuğla çamuru çiğnetmesi ve Mehmet Talip Ardıcı’nın çamur çiğneyenlerin arasında bir şeyh efendiyi görmesi ve efendim neler çekdiniz demesi üzerine şeyh efendinin evladım biz değil Peygamberimiz çekiyor demesi.

 

Hapishanede Yunan Ordusu tarafında savaşan sağlıkçı olarak katılan bir rum hemşirenin Türkler hakkında söylediği güzel şeyler: Türkler asla sağlık çadırlarına top ateşi açmadılar, bizimkiler hep sağlık çadırlarını bombaladı demesi.

 

Cezaevinde berberliğini yaptığı Alman Generalinin konuşmaları neticesinde müslüman olması ve daha neler…

 

Yazar hapisten sonra Türkiye’ye göçüyor ve ömrünün sonuna kadar Bursa’da açtığı YÜCEL berberinde müruru ömr ediyor.

 

Sinenaya aktarılması için çok çabaladım ama sesimi kimseye duyuramadım.

 

Aile mevcudu tükenen kitabın tekrar basılmasına müsade etmiyor, muhtemelen Makedonya devleti baskı yapıyor.

 

Bi yerlerden bulmanız ve okumanız şiddetle önerilir.

RÖPORTAJ AV.EFKAN İŞCİ

                EFKAN BEY FOTO                                                                     

 

                                                                                                 Röportaj Av. Efkan İşci

Yapan ve Hazırlayan : Mehmet Emin Başalp

 

1-Kuralsız, maceracı, bohem hayatı yaşayan, maymuniştahlı, düzensiz ve gösterişli yaşayan insanlar için ne düşünürsünüz?

Bunlardan bazıları benim de bir ölçü dâhilinde yapmak isteyip ama düşünce, değerler, alınan eğitim vb sebeplerle yapmadığım yapamadığım şeyler. Daha az kuralcı, biraz daha maceracı, biraz daha düzensiz olmak isterdim mesela.

Bunlardan birçoğu aynı kişide varsa o kişinin, ailesine ve topluma bir faydası olmayacağını düşünüyorum. Çünkü bu tür bir yaşayış, kendini ve haz almayı merkeze koyduğu için etrafındaki olup bitenlerle ilgilenmeme sonucunu doğuracaktır. Ayrıca bu yapıdaki bir kişi hep alıcı konumda olacaktır. Etrafına bir şeyler katmadan ziyade etraftan nasıl faydalanabilirim, buradan ne tür bir çıkar elde edebilirim diye bakacaktır. Maalesef ki bu yapıdaki kişiler genellikle faydalanacağı uygun ortam ve çevre bulabilecek sosyallikte olabilmektedirler. Bir şekilde işleri de rast gitmektedir.

 

2-Futbolu oynadığınızı ve sevdiğinizi biliyorum, Türk futbolunun gidişatı için ne düşünüyorsunuz?

Türk futbolunu birçok alanda karşılaştığımız sorun olan yılları aşan bir plan program yerine günü kurtarma üzerine kurgulamış, taraftarın yöneticileri, yöneticilerin taraftarı, basının her ikisini de gaza getirerek yönettiği bir yapı olarak görüyorum. En bariz örnek Ülkemizin en zengin işadamları hep kulüp yöneticisi olurlar, kulüpler hep zarar eder ama kendi işyerleri zarar etmez.

Okullarda önem verilen yönlendirmeli spor dersleri ile başlayan, başarılı olabilecek öğrencilerin altyapılara yönlendirilmesi ile devam eden bir sistemin oluşturulması gerekir. Altyapıdan belirli sayı üzerinde sporcu oynatan kulüplere vergi avantajı vb teşvikler sağlanabilir.

Bu konuda iyi örnek olarak Jupp Derwall ve bir ölçüde Mircea Lucescu’yu görüyorum.  Jupp Derwall yıllar önce Ümit Milli takım, Galatasaray ve A Milli Takımın kadrosunu oluşturdu ve uzun yıllar bunun ekmeğini (Fatih Terim, Mustafa Denizli ve Şenol Güneş de dâhil) yedik. Mircea Lucescu da şu an ki Milli Takım Kadrosunu oluşturdu. Genç ve güzel bir kadro var. Başarı gelir inşallah.

 

3-Ne kadar muhafazakârsınız (mesleki, yaşam, politik) ? Hukukçular için muhafazakârlık bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı? Muhafazakârlar modernleşiyor mu? Bu akımla aranız nasıl?

Zihnim çok muhafazakâr, ancak hayatıma ne kadar yansıdığı konusunda endişeliyim. Maalesef aksiyon yönüm zayıf. Bu da bir tür kendine Müslüman görüntüsü verebilir. Bunun altında uyanık tiplerin öne geçip bazı şahsi menfaatleri doğrultusunda Müslümanları yönlendirmelerinin farkına varıp uzak durma şeklinde bir yapının yattığını söyleyebilirim. Birinin menfaatinin bir piyonu olmaktansa yalnızlığın iyi olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncenin toplumsal menfaat için iyi olmadığını da biliyorum. Ancak tarafını belli eden biriyim.

Muhakeme gücünü artıran hukuk eğitiminin dindar insanlar için çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Ancak hayatta öğrendiğimiz hukuki bilgiler ile dini bilgileri nasıl uygulayacağımız konusunda problem yaşanıyor. Dindar hukukçu (avukat, hâkim vb) mesleğini icra ederken, din kurallarıyla çelişen hukuk kurallarıyla karşılaşınca kerhen bir tercihte bulunmak zorunda kalıyor. Din kuralları yerine tercihini hukuk kuralları yönünde kullanmak zorunda kalanlar ve bunu dert edinenler için dindarlık dezavantaj.

Öncelikle kavramlar ile aram iyi değil. Neyi ifade ettiğini bildiğim birçok kavramın alt yapısını çok araştırmam. Modernleşme de bana bazı şeyler ifade ediyor ama bu konuda sadece yaşadıklarım ve gördüklerim dâhilinde cevap verebilirim. Muhafazakârların ve bunun Ülkemizde karşılığı olan milli ve manevi değerlere bağlı kişilerin modernleştiği, değerlerini koruyamayarak çağdaşı Müslüman olmayan topluluklara benzediği görünüyor. Özellikle maddi imkânların, eğitimin, tüketimin, internet kullanımının artması vb birçok sebep hayatımızı önemli ölçüde değiştirdi. Maalesef modernleşme arttıkça muhafazakârlık da azalıyor veya kabuk değiştiriyor.

Bu tür akımlardan kaçmak çok zor. Siz uzak dursanız da gelip sizi buluyor ve kuşatıyor. Bir de bakıyorsun batıya giden bir araçtasın ama arka camdan doğuya bakıyorsun, gözlerin arkada kalmış. Ayak sürüyoruz, arkalarda kalmaya çalışıyoruz ama kervan yol almasına da engel olamıyoruz.

 

4-Artvinlisiniz, Artvin’i Türkiye’de görülmeden ölünmemesi gereken şehirler sıralamasında nereye koyarsınız? Artvin Mutfağı nasıldır, Konyalılar tanısa sever mi?

Genelde Karadeniz özelde Artvin, insanlarımızın yeşile hasretinin sembolü niteliğinde. Artvin’e dağ, yayla, göl, orman, denizle birleşen yeşil doğa için gidilir. Artvin’in en büyük avantajları, tabiatının el değmemiş olması ve insanlarının eğitim seviyesinin çok öncelerden beri yüksek olması ve göç vermesi. Eğitimli kitle gittiği yerde doğal Artvin’in reklamı oluyor. Tabii ki Artvin de beklentiyi karşıyacak kadar tabii güzellikte olunca ismi çok geçiyor. Eğer aradığınız, tabiatla baş başa olmak ise Artvin size istediğinizi fazlasıyla verecektir. Yok konfor arıyorsanız boşuna yorulmamak lazım.

Artvin’e dağ, yayla, göl, orman, denizle birleşen yeşil doğa için giderseniz memnun kalırsınız. Sahil kesiminde balık, içerlerde çağ kebabı, kuymak, sinor, kendine has iri kuru fasulye, ülkemizde yaygın yapılan tüm yemekleri bulabilirsiniz. Mutlaka lezzet farkı vardır ama başlı başına zengin bir Artvin mutfağından söz etmek Adana, Antep, Konya mutfaklarına haksızlık olur.

Konyalı biri Artvin’e gitse ve bir haftasını orada geçirse memnun olur, günleri dolu dolu geçer ve yemekleri de beğenir. Ancak uzun süreli ve sadece yemek endeksli düşünürsek farklı olabilir.

 

5-Gündemde yer alan hukuk, adalet gibi sorunlar için ne düşünüyorsunuz? Adli ve cezai olayların sosyal medyada konuşulması ne derece doğru, takip ediyor musunuz?

Hukuk kuralları, içinden çıktığı toplumun ahlak, din, gelenek görenek vb kuralların özü olarak tanımlanır. Yani hukuk kuralları toplumun değerlerini yansıtır ve yaşadığın hayatı düzenler. Ancak bizde hukuk kuralları, toplumun içinden çıkmamış Müslüman Türk toplumunu dönüştürmek için konulmuştur. Amaç Müslüman Türk toplumundan batı medeniyetinin ortaya çıkardığı insan tipi oluşturmak olunca da hukuk kurallarının adaleti sağlama yönü mümkün olmamıştır. Genelde hukuk topluma yaban bir konu olmuş ve otorite için de sopa vazifesi görmüştür.

Adaleti sağlayacak bir hukuk sisteminin oluşabilmesi için hukuk kurallarının toplumun yaşayışının, hakim ahlak ve din kurallarının içinden çıkması gerekir. Düzenlemelerin başka kültürlerden tercüme şeklinde değil de toplumun içinden çıktığında, toplumun hukuka bakışı değişecek, adalet de sağlanmış olacaktır. Örnek olarak zinanın suç olmaktan çıkarılması ile başlayan ve aileyi korumak yerine ailenin bir ferdini diğerine karşı korumak şeklinde görülen düzenlemelerin, toplumun içinden çıktığını ve toplumun bir sorununu çözdüğünü söylemek mümkün olmadığı gibi çözülmez toplumsal sorunlara sebep olmuştur. Zina ve şiddet bu düzenlemelerden sonra artmıştır.

Kötü hukuk kuralları olsa da herkese eşit uygulanmalıdır. Karar mercii konumunda olan hâkimler sadece yasama, yürütme, kolluk kuvvetleri, siyasi partiler vb karşı değil aynı zamanda sosyal baskılar, sosyal medya, sermaye, güç odakları vb düzensiz ama etkili yöntemlere karşı da bağımsız kalabilmelidir. Bunun yolu hâkim teminatıdır ve karşılığı kanunlarımızda vardır. Burada hâkimlerimiz ve onların özlük haklarını düzenleyen konumdaki kişilerin, hukuk dışı baskılara anında tepki vermemesi gerekir. Hâkimin bağımsız olarak ve hukuka uygun verdiği karar üzerine sosyal medyada başlatılan kampanya üzerine karar değiştirilmemelidir. Zaten kararların denetim yolları kanunda belirtilmiştir, bunun dışında bir uygulamaya ve popülist yaklaşımlara düşülmemelidir.

Adli ve cezai olayların sosyal medyada konuşulmasına başka bir yaklaşımım da şudur. Oturmuş bir sisteminiz yoksa, bazı şeyler yolunda gitmiyorsa toplumda yaygın bir şekilde konuşulur ve herkesin diline düşer. Ülkemizde oturmuş ve insanlarımızca kabul görmüş bir sistem, ideal birliği olmadığından sadece hukukta değil eğitim, ekonomi, siyaset, din vb her alanda herkesin başkalarıyla paylaştığı, muhabbetini yaptığı bilgisi var. Bazı şeylerin belki de kültür, ahlak, din seviyesi çok alt düzeyde olan sosyal medya fenomenlerince yönlendirilebiliyor olması doğru olmadığı gibi topluma da zarar verecektir.

 

6-Gençliğiniz ve günümüz Konya’sında neler değişti sizce, olumlu ve olumsuz olarak neler var sizce?

Nasıl Artvinli olmaktan memnun isem aynı derecede Konya’da yaşamaktan da memnunum. Biz geldiğimiz dönemde Konya, muhafazakâr, insanların birbirini bir şekilde tanıdığı ve yakın ilişkilerin kurulduğu büyük bir köy gibiydi. Biz köyden Konya’ya geldiğimiz için yadırgamadık ancak Bursa, Ankara, İstanbul gibi yerlerden gelen tanıdıklar, öğrenciler biraz da eleştiri olarak bu şekilde ifade ederlerdi. Ben bunun kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Hatta toplumun korunması bakımından olumlu olarak görüyorum. Eskiden Zaferde bile insanlar gevşek davranmazdı, davranamazdı. Şu anda mahallemizde veya evimizde dahi olmayan mahalle baskısının oluşturduğu bir oto kontrol vardı.

Zamanla televizyon, internet, alışveriş merkezlerinin açılması, üniversitenin öğrenci sayısının artması ile Konya’da bazı mahallelerde başlayan şehir yaşantısı Konya’nın tamamına sirayet etti. Şu an Konya da örneklerini dünyanın ve Türkiye’nin her yerinde gördüğümüz şehirlerden biri oldu diyebiliriz.

O yıllarda dini hayat önemliydi ve dini yapının layıkıyla temsil edilmesi söz konusuydu. Arkasında kalabalık kitlelerin yer aldığı hoca efendiler toplumun her kemsinden saygı ve itibar görürdü. Şu anda ortak kabul görmüş din adamı ve din anlayışı eksikliği var.

Tabii ki fiziki imkânlar oldukça gelişti. Mahallemizdeki yollar kahverengi mucur kaplıydı. O halden Konya modern bir şehir görüntüsü kazandı. Büyükşehir Belediye binasının ve otogarın taşınması, tramvayın gelmesi, holdingler, Anap’tan Refah’a ve Refahtan Ak Parti’ye geçişler Konya’da hatırladığım önemli gelişme ve kırılma anlarıdır.

 

7-Serbest ve kamu avukatlığı yaptınız? Sizce en zor davalar hangisidir? Neden?

Hukuktan mezun olunca hedefim hâkimlikti. Ama siyasi ortam İmam Hatip mezunu birinin hâkimliğe girmesi için müsait değildi. Adalet Bakanlığında mezhebi bir yapılanma vardı ve açıkçası sonradan sıkıntılı bir hal alacak insanlar hâkimliğe rahat girerken İmam Hatip mezunlarını almıyorlardı. Bunu söylemezsem içimde kalırdı. Önce arkadaşlarla birlikte büro açtık. Birlikte büro açtığımız veya çalıştığımız tüm arkadaşlar ve en son ben bir şekilde kamuya geçtik. Bunda alınan eğitim ve zihni yapının etkili olduğunu düşünüyorum. Kendi adıma söyleyebilirim ki iş bağlamada ve yaptığım işleri paraya çevirmede, para almada zorluk yaşıyordum. En son Selçuklu Belediyesine avukatlık yapan arkadaşımın Büyükşehir Belediyesine geçtiğini duyunca arayıp Selçuklu Belediyesine avukat ihtiyacı olup olmadığını sorduk. Arkadaş ve sonra ben Başkanla görüştük. Zaten acil ihtiyaç varmış kısa sürede Belediyede başladım. Uzunca bir süredir de çalışıyorum.

Bürom varken boşanma davalarını açma sürecini uzatırdım. Birçok sebebi boşanmak için gereksiz bulurdum. Biraz anlayış veya katlanma ile çözülebilecek birçok sorunun büyütülerek boşanma sebebi haline getirildiğini gördüm. Boşanma davalarını sevmezdim.

Avukatlık mesleği açısından her dava çeşidinin kendi içinde zor ve kolay takip edilebilecek olanları var. Ticari davalar, ceza davalarının da takibi zor olanları var. Müvekkile gerçekleri anlatıp davayı alırsan, yersiz beklenti oluşturmazsan davanın takibi daha kolay olur. Gerçekleri anlatınca da davayı sana vermez.  🙂

 

8-Selçuklu Belediyesi ile özdeşleşiyor gibisiniz? Selçuklu Belediyesini sizce özel kılan ne gibi özellikleri var? 

Öyle görmenizden dolayı teşekkür ederim. Selçuklu Belediyesinin bir çalışanı olmaktan memnunum. Elimden geldiğince, ulaşabildiğimce muhataplarıma ve çalıştığım kuruma katkı sağlamaya uğraşıyorum.

Selçuklu Belediyesi, Konya büyükşehir olup merkez ilçelere ayrılınca (1989) Büyükşehir belediye binasından ayrılıp bağımsız binaya taşınan ilk merkez ilçe belediyesi olmuş. Bu durum kurumsallaşmada Selçuklu Belediyesini ön plana çıkarmış. Şu an hizmet verilen bina Selçuklu Belediyesinin üçüncü binası.

Bağımsız çalışabilme kabiliyetini ilk gösteren merkez ilçe belediyesi olmanın yanı sıra Selçuklu Belediyesinin doğal gelişim alanında bulunması, üniversite ve sanayi tesislerinin önemli ölçüde ilçe sınırlarında olması ve yetişmiş bir kadrosunun bulunması Selçuklu Belediyesinin diğer avantajlı yönleridir.

 

9-Politik fikirlerinizde beslendiğiniz kimseler var mı? Aileniz, siyasiler, aydınlar, ilim adamları, tarihi kişiler gibi?

Politik görüşüm uzak durma içine de girme şeklinde özetleyebilirim. Dedemin Adalet Partili, Babamın Milli Görüşçü olması ile devam eden bir aile yapımız var. Kendimi onlardan farklı görmüyorum. Siyasi tercihlerimde İslam Dinine karşı partilerin bakışı birinci derecede etkili olmaktadır. İslama muhalif görüşler ortaya koyan veya o fikirdeki partilerle yakın ilişkideki siyasi hareketlerden, partilerden uzak duruyorum. Müslümanlara en yakın kişilerden oluştuğunu düşündüğüm siyasi partiye de oy veriyorum. Yeri geldiğinde, ihtiyaç olduğunda siyasi çalışmalara da katılıyorum.

Vatanını milletini seven biriyim. Bu durum da siyasi tercihlerimde etkili olmaktadır. Çalışan, vatanını milletini seven Müslüman Türkler ile Türkiye’nin ve buna bağlı olarak İslam coğrafyasının eski gücüne kavuşacağını düşünüyorum.

Fikri yapımın oluşmasında başta ailem, yaşadığım çevre, aldığım eğitim ve özellikle üniversite yıllarında okuduğum kitaplar ve arkadaşlarım etkili olmuştur. İlmi bilgi yönüm kuvvetli olmadığından şu kişileri okuyarak şöyle böyle biri oldum demek uygun olmaz.

 

10-Hukuk ve Siyaset ilişkisi için ne dersiniz?

Tabii ki ideal olan bu iki alanın birbirine müdahalede bulunmamasıdır. Ancak sistem böyle işlememektedir. Toplumun içinden çıkmayan ve toplumu dönüştürmeyi hedefleyen kurallar sebebiyle hukuk ve bunun uygulama alanı yargı, siyasete müdahale etmiş ve bu gelenek haline gelmiştir. Her darbede, muhtırada hukuk uygulayıcıları darbecilerle ve hakim güçlerle birlikte hareket etmiştir, maalesef. Özellikle yargı siyaset ve muhalefeti ile karşılaşan iktidarlar da bu alan müdahale etmeye çalışmıştır.

Yukarıda da değinmek durumunda kaldığım gibi Ülkemizde hukuk, kanunlar sosyal alanın içinden çıkmadan sosyal alanı düzenlemeyi hedeflediği için hep halkı dönüştürmek hedefi olan bir gücün sopası olmuştur. Bunun siyasi iktidar olduğunu söylemek mümkün değildir. Bazı siyasi görüşler bu yapıdan (kanunların sopa gibi kullanılmasından) beslenip güç alırken bazı siyasi görüşler ise iktidar olsalar da ülkeyi yönetememişlerdir.

Ülkemizde hukuk alanı güç elde etmek isteyen kişilerin mücadele alanı olmuş ve yakın zamana kadar önce mezhebi bir azınlığın sonra ise dini görüntülü bir örgütün güçlü olduğu bir yapı tarafından yönetilmiştir. Ancak hiçbir zaman adaleti gerçekleşecek bir yapıya ve geleneğe kavuşamamıştır. Çünkü geçmişte burayı ele geçirenlerin hep farklı gündemi olmuştur.

Yakın zamanlara kadar ülkemizde hukuk sadece siyaset kurumunun mücadele ve müdahale alanı değil, askeri vesayet, bürokrasi, mezhebi ve dini bazı örgütler, sermaye, üniversitelerin vb. de mücadele ve müdahale alanı olmuştur. Şimdilerde ise yargıya sosyal medya müdahalesi başlamıştır.

Teşekkür ederim.

 

Özgeçmiş

1969 Artvin , Ardanuç ilçesi doğumluyum.1979 tarihinde ailecek Konya’ya yerleştik.Konya İmam Hatip Lisesi ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum.Bir süre serbest avukatlık yaptıktan sonra 2004 yılından itibaren Selçuklu Belediyesinde çalışmaktayım.2015 yılından beri de idari görevim var. Yaklaşık 26 yıldır avukatlık yapıyorum.

 

 

MODERN KENT Mİ, MAKUL ŞEHİR Mİ?

Bismillahirrahmanirrahim.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
Onun kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimize salât olsun, selam olsun…
MODERN KENT Mİ, MAKUL ŞEHİR Mİ?
Ahmet BAŞ

baş ahmet
Modern kavramı ilk kez 16’ncı yüzyılda yeniyi tanımlamak için kullanılmış olsa da hâlâ
farklı versiyonlarının kullanımına devam edilmektedir. Modernizm ise 18’nci yüzyılda
ortaya çıkan bir akım olarak yeninin sosyal hayatta, sanatta, mimaride, şehircilikte, tıpta,
ekonomide, hülasa insan hayatını kökten etkileyen bütün standartlardaki değişmeyi
tanımlayan bir akımdır. Temelinde pozitif bilimlerin ve aklın yattığı bu akımda gerçekler,
Descartes’ın temelini oluşturduğu analitik düşünme yöntemleriyle, tamamen bu
dünyanın fizik kuralları çerçevesinde çizilen bir hayattan ibaret olmaktaydı. Nitekim
Auguste Comte de bu durumu yeni bir din olarak sistematikleştirmekteydi. Hülasa
pozitivizm bir din olarak üretilmiş oluyordu.
Post-modernizm; çağın güncel durumu ve sorunları modernizmin araçlarıyla
tanımlanamaması ve çözülememesi sonucunda, modernin ortaya çıktığı dönemden
günümüze kadar gelen süreçte oluşan farklılığı ayırt etmek için muğlak manada değişik
disiplinler tarafından temel çalışma alanlarında revaçta olan bir kavram olarak kullanıla
gelmiştir. Bu dönemde aklın önceliği devam etse de fizik-ötesi (metafizik) kavramlar
dışlanmamış, göreceli olarak kabul edilmiştir. Nitekim bu durum, pozitivizmin merkezi
olan batıda, son yıllarda yapılan sanatsal, görsel ve mimari gibi oluşumlarda kendisini
göstermektedir.
Her iki süreçte de kadimden büyük bir kopuş vardır. Bilimsel bilginin geldiği nokta, yeni
üretim yöntemleriyle gerçekleşen göreceli refah artışı ve yeni keşifler, insanları kent
merkezlerinde toplamaya başlamış, kent hayatı daha grift organizasyonların olduğu bir
şekle evrilmiştir. İnsan ölçeğinin kaybolduğu ve devasa kentsel yığılmaların oluştuğu bu
süreçte şehircilik alanında kadimi modernden ayıracak en önemli uygulama Londra’da
Borsa binasını merkeze alarak yapılan düzenlemeydi. Böylece sosyal hayatta, iktisatta,
mimaride gerçekleşen yenilikler(!); kolektif olarak şehir mekanına yansımakta, geçmişte
merkezinde dini yapıların ve cemaat örgütlenmelerinin olduğu şehir oluşumları, yerini
bireyin arzularının sınırsızca dışa vurulduğu, kapitalist düzenin mekânında kendisini
göstermeye başlamasına imkân vermekteydi. Dahası bu mekânsal örgütlenmeler o kadar
güçlü hale gelmişti ki, bütün bir şehir hatta devletler bu düşünce etrafında gelişmekteydi.
Bu durum 19’ncu ve 20’nci yüzyılda zirvesine ulaşmıştır.
Bu gelişmenin içerisinde, modernizmin ürettiği sorunların yıkıcılığı ve gelir dağılımındaki
büyük fark ile birlikte, özellikle 19’ncu yüzyılda ve 20’nci yüzyılın ilk yarısında zirvesini
yaşayan ütopya kentler, insanların gerçekte ulaşamayacakları bir dünyada birbiri ardına
şekilleniyordu. Sonuç iki büyük cihan savaşı, milyonlarca insanın ölümü, yüzlerce şehrin
yakılıp-yıkılması, tahrip olmasıydı.
Türkiye’de şehircilik uygulamaları nispeten batı ülkelerindeki kentlere kıyasla zayıf
sanayileşmesi ve güçlü sosyal bağlar sayesinde, 1950’li yıllara kadar yıkıcı olmaktan ve
kadimden uzaklaşmaktan beri idi. Ayrıca Türkiye 2. Dünya Savaşına katılmayarak kadim
şehirlerini savaşın büyük tahribinden korumuştu. Lakin, 2. Dünya Savaşı sonrasında
başlayan büyük siyasi, ekonomik ve kültürel dönüşümle birlikte Türkiye şehirleri de
savaşla olmasa bile yöneticileri ve sermaye sahipleri eliyle modernizmin büyük
yıkıcılığını tanımış oldu. Maalesef 1950 sonrasında başlayan kontrolsüz gecekondulaşma
ve imar aflarıyla birlikte, belli grupların elinde bulunan sermayenin, rantın dağılımındaki
tahripkâr taleplerin oluşturduğu baskı sonucunda, güncel olarak Türkiye’nin hâlâ
sıkıntılarını çektiği büyük bir şehirleşme sorunu vücuda gelmiştir. Bu sorunun temelinde
bütün modern devletlerde olduğu gibi kapitalist sermaye birikim süreçleri ve rantın
paylaşılması kavgası bulunmaktadır. Bugün bütün şehirlerimizi maalesef beton
yığınlarının olduğu moloz tepelerine döndüren bu şuursuz ve idraksiz inşa faaliyetleri,
her geçen gün artan gelir dağılımındaki bozulmaya bağlı yoksulluk ve toplumsal ahlaki
çözülüşle birlikte geleceğe yönelik pek çok kimsede karamsarlık oluşmakta, kasvetli
günlerin Türkiye’yi beklediği düşünülmektedir. Bir yere kadar doğru olan bu durumun
tersine dönmesi de mümkündür.
Hiçbir durum kendi kendine olmamaktadır. Her durumun oluşmasının sebepleri, bu
sebepleri meydana getiren girdileri vardır. Mevcut durumun oluşmasına da yukarıda bazı
kavramlar üzerinden kısaca değinmeye çalıştık. Çözümün de ancak bu kavramların
sağlıklı şekilde sorgulanması ve birey merkezli düşünceden, bireyi dışlamadan cemiyet
merkezli fikriyata geçerek sosyal alanda çözülmenin önüne geçilmesiyle mümkün
olacaktır. Bununla birlikte gittikçe insan ve yapı yoğunluğunun arttığı modern
şehirlerden, insan ölçeğinde (sınırları yürüme mesafesinde ya da motorsuz taşıtlarla
erişim alanında olan) makul şehirlerin inşa edilmesiyle de kentsel mekânda üretilen
rantın dengeli dağıtılması mümkün olacaktır. Makul şehrin temel ilkelerini; insan ölçeği,
paylaşım ekonomisi, cemiyete dayalı sosyalleşme ve semavi bağlantıların kurulması
şeklinde özetleyebiliriz. Bu ilkelerin açıklanması da diğer bir yazının konusunu
oluşturmaktadır.

İSLAM’DA BİLGİ VE BİLGİNİN TAŞIYICILARI

Bismillahirrahmanirrahim.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
Onun kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimize salât olsun, selam olsun…
İSLAM’DA BİLGİ VE BİLGİNİN TAŞIYICILARI
Ahmet BAŞ
“Yaratan Rabbi’nin adıyla oku. İnsanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! O, sonsuz kerem
sahibi Rabbindir. Kalem ile öğretendir. O insana bilmediği şeyleri öğretti.” (Alak 1-5)
“Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra o isimlerin işaret ettiği şeyleri meleklere
gösterip, “Haydi iddianızda doğruysanız bana şunları isimleriyle haber verin” buyurdu.
Dediler ki: “Ey Rabbimiz, seni tenzih ederiz, bizim senin bize bildirdiğinden başka bir şey
bilmemiz mümkün değil. Şüphesiz ki sen her şeyi bilensin, hikmet sahibisin.” (Bakara
31/32)
İslam’da bilgi Yunan mitolojisinde olduğu gibi Tanrı’dan çalınan ve kötü olan bir şey değil
aksine doğrudan Allah tarafından insanoğluna bahşedilen, iyi ve temiz bir mefhumdur.
İslam’da bilginin kaynağı Allah’tır ve insanoğlu ancak onun öğrettiği kadar onun
bilgisinden öğrenebilir. Bu sebeple İslam dünyasında bilgiye hep bir emanet gözüyle
bakılmış ve ona sahip olmak bir ayrıcalık olarak görülmüştür. Bu ayrıcalık sebebiyle İmam
Yusuf’a atfedilen şu olay çok çarpıcıdır: İmam Yusuf kendisine talebe olarak alacağı
gençlerle ders halkasını kurmazdan önce onlarla bir ev yaparmış. Ev yapımında çalışan
talebelerinden taş ve tuğla gibi inşaat malzemelerini getirmelerini ister ve onları farklı
yerlere göndererek uzaktan izlermiş. Eğer talebelerden birisi uzaktaki bir taşı getirmek
yerine hemen yanı başındaki komşunun duvarındaki taşlardan birisini alırsa onu ders
halkasına almaz ve babasına sen bu çocuğu her şey yap ama ilim yoluna verme dermiş.
İslam dünyasında bilginin işlenmesi ve halkın ihtiyaçlarına cevap vermesi İslam âlimleri
arasında çeşitli dönemlerde farklılıklar göstermiştir. Üç dönemde incelenebilecek
İslam’daki bilginin serüveni; Hz. Peygamber (S.A.V) sonrası dönemde, Hicri XI. asra kadar
geçen döneminde İbda, Hicri XI. asırdan XVII. asra kadar geçen dönemde İhya, XVII.
asırdan bugüne kadar geçen dönem de ise İnşa sürecini yaşamıştır. Bu dönemlerde
özellikle de Hicri 2-6’ncı yüzyıllar arası bilginin işlenmesi ve yeni bilgi dallarının oluşması
bakımından çok zengindir. Hadis, fıkıh, kelam, tefsir, belagat, astronomi, tıp, botanik, gibi
hem pozitif bilimler hem de ilahiyat alanında kapsamlı çalışmalar yapılmıştır. Bu noktada
önemli bir husus ise medreselerin kuruluş aşamasına kadar bütün ilimlerin
kurumsallaşmadan, maddi bir beklenti ya da siyasi bir kaygı gütmeden tamamen Allah’ın
rızasını aramak ve hikmete nail olmak için yapılmasıdır.

Bu süreçler içerisinde bilginin taşıyıcıları olan âlimler arasında da farklı görüşler,
mezhepler, ekoller ortaya çıkmıştır. Temelde bilginin kaynağı olarak öncelikle Kur’an-ı ve
sonrasında Sünneti ele alan âlimler bunların işlenmesi sırasında dirayet, rivayet, rey gibi
yöntemleri kullanmışlardır.
İslam dünyasında bilginin kaynağı tek olduğu için âlimler ona günümüzün kategorik ve
analitik eğitim anlayışı gibi parçacı yaklaşmamışlar ve her ilmi Allah’ın bilgisinden gelen
bir cüz olarak görmüşlerdir. Bu durum âlimlerin birden çok uzmanlık alanı ile meşgul
olmalarına ve bilgiyi bütüncül bir şekilde ele almalarına imkân vermiştir. Böylece ilim
yolcuları arasında muallim-talebe ilişkisi oluşmuştur. İnsanlar emanet olan bilgiyi
hocalarından devralmışlar ve kendilerinden sonrakilere aktarmışlardır. Selçuklular
döneminde kurumsallaştırılan medreseler ile birlikte bütüncül bilgi artık devlet eliyle
yapılan bir konuma gelmiştir. İslam’da bilgi, zincirin birbirine eklenen halkaları gibi
hocadan talebeye aktarılır ve talebe hocasından aldığı icazet ile bu bilgiyi kendisinden
sonrakilere taşırdı. Günümüz üniversitelerinde olduğu gibi insanlar kurumlardan
diploma alarak mezun olmazlar, hocasından icazet olarak okuduğu derslerden mezun
olurdu.
Sanayi devrimi sonrasında oluşan modern döneme kadar İslam uleması halkın
ihtiyaçlarına cevap verebilmek için Kur’an ve Sünnet kaynaklı bilgiyi üreterek karşılaşılan
yeni durumlara karşı yaptıkları içtihatlar ile toplumların ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir.
18’inci yüzyıl sonrasında ise bilginin taşıyıcıları olan ulema, çağın gereksinimleri ile ilgili
kendinden önceki dönemin âlimleri gibi bütüncül bir yöntem geliştirememiştir. İlk
dönemlerde kelam, hadis, fıkıh gibi dini ilimlerin yanında astronomi, tıp, matematik,
musiki gibi pozitif bilimlerle de ilgilenen âlimler yeni dönemde ortaya çıkan sosyoloji,
psikoloji, iktisat, fizik, kimya gibi bilimlerde halkın ihtiyaçlarına cevap verebilecek
sorulara yanıtlar üretemeyerek toplumun önderleri olma vasıflarını yitirmişlerdir. Bu
konuda verilebilecek en önemli örnek; 19’ncu yüzyıl şeyhülislamlarından Mehmet Arif
Efendi’nin siyaset ile ilgili kendisine sorulan bir mevzuda muhataplarına “Her şeyi bize
sormayın, biz de sizin ne yaptığınıza karışmayalım sözü” o dönemde ulemanın genel
görüntüsünü vermektedir.
Modern dönemde bilginin yapısının değişmesiyle birlikte bilginin öznesi ve taşıyıcısı olan
sınıfta değişmiştir. Önceleri hocaların ders halkalarından icazet alarak mezun olan
talebelerin yerini artık kurumsallaşmış olan üniversitelerden mezun olarak alınan
diplomalı aydın kesim almıştır. Çağının gerektirdiği pozitif ve sosyal bilimlerde en
modern bilgileri alan aydınlar halkın taleplerine yönelik çağının siyasileriyle birlikte
hareket ederek onların taleplerini meşrulaştırma faaliyetlerinde bulunan bürokratik
ulema sınıfının aksine muhataplarına karşı muhalif bir duruş sergilemiş ve halkı
yönlendirmişlerdir. Bu durum aydınların, ulemanın yerini almasına sebep olmuştur.
Fakat aydınlar da ulemanın sahip olduğu ilahiyat bilgisinden yoksun oldukları için
özellikle dini konularda halkı yeterince yönlendirememişlerdir. Bu durum aydınlar ile
sivil ulemanın, siyasete karşı birlikte hareket etmesine vesile olmuş ve tekkelerde
aydınlar ile ulemanın buluştukları mekânlara dönüşmüştür.
Modern dönemle birlikte eğitim sistemi de Osmanlıda Tanzimat ile birlikte ilahi özelliğini
derece derece kaybederek sekülerleşmiş ve laik bir hüviyete bürünmüştür. Seküler, laik
bir eğitim sisteminde, devlet ideolojisi merkezli bir eğitim anlayışıyla tedrisattan geçen
öğrenciler bu sürecin doğal bir sonucu olarak tek tipleşmekte ve hem pozitif bilimlerde
hem de ilahiyat alanında gerçek başarı sağlanamamaktadır.
Ülkemizde eğitim ve öğretim alanında günümüzde yapılması gereken en önemli değişim
bilginin temizlenmesi ve yeniden bilginin asıl kaynağıyla ünsiyet kuracak bir sistemin
geliştirilmesidir. Bugün insanlar bilgi sahibi olmak yerine malumat-furuş olmaktadırlar.
Çocukların eğitiminde, en temel eğitimin alındığı aile kurumundan başlayarak sistematik
bir dönüşümün sağlanması gerekmektedir. Bu dönüşümde bilginin temel kaynağı olan
Kur’an ve Sünnet referans kaynakları olmalı ve doğru bilgi ancak ehil kişilerden,
zamanında alınmalıdır.
Bu vesileyle, Lokman Suresi 27’nci ayette Rabbimizin belirttiği gibi; “Eğer yerdeki
ağaçların hepsi kalem, denizde mürekkep olsa hatta arkasından yedi deniz de bunlara
katılsa Allah’ın sözleri tükenmez. Gerçekten Allah çok güçlüdür, hikmet sahibidir.” Bu
yüzden şu gökkubbe altında söylenecek söz kalmadı, söylenenler hep birbirinin tekrarı
diyenler Allah’a (haşa) noksanlık yakıştırmaktadırlar. Yeryüzünde üretilecek bilgi
kıyamete kadar hiçbir zaman bitmeyecektir ve insan Allah ile ünsiyetini güçlendirdiği
oranda, Allah sonsuz bilgisinden insanoğluna hikmet vermeye devam edecektir.
Sözlerimi veciz bir beyit ile bitirmek istiyorum:
“Kalem altın, kelam inci, hemen derceyle derceyle,
Teraziye koyup satma, yeri geldikçe harceyle harceyle”

BANKNOTLARIMIZ

banknot fatih

Bu yazıyı çok önemli bir gündem meselesi olduğu için yazmıyorum. Hatta şuan yapılacak olsa böyle bir masrafa gerek bile yok diye itiraz ederim sadece ilerde gerekli olduğunda veya böyle bir düşünce geliştiğinde geçmişte fikrimi söylemiştim babında yazıyorum. Şuan dolaşımda olan banknotlarımızın tasarımını beğenmiyorum açıkçası  ,güzel denebilecek bir özellikleri olmadığı gibi arka yüzlerinde de kimsenin tanımadığı kişiler var.Paraların arka yüzünde yer alan şahıslarda önemli şahıslardır illaki ama çok az kişi tarafından tanınan kişileri koymamak gerekir , görüldüğünde halkın tamamına yakının bilebileceği şahıs veya eserler yer almalıdır.

 

Şimdi paranın ön yüzünde Mustafa Kemal Atatürk’ün resmi olacağı hususu tartışma konusu edilemeyeceğinden o konuyu geçiyorum.

 

Şimdi İngiliz Sterlinlerinde ön yüzünde halen mevcut hükümdar 2.Elizabeth’in resmi var 5 Pound’da bütün İngilizlerin bildiği politikacı Winston Churchill , 10 Pound’da ünlü romancıları Jane Austen ,20 Pound’da yine iktisat dendiğinde akla gelen Adam Smith , 50 Pound’da ise buharlı motor mühendisi Matheww Boulton ve James Watt bulunmaktadır .İngiltere sanayi devriminin yaşandığı ilk ülkedir.Şimdi bu isimler o ülkede değil neredeyse dünyada bile bilinen isimler.

 

Bizim banknotlara bakınca 5 TL ‘de bilim tarihçisi Aydın Sayılı , 10 TL’de matematikçi Cahid Arf , 20 TL’de mimar , Mimar Kemaleddin , 50 TL’de romancı Fatma Aliye Hanım , 100 TL’de Buhurizade Mustafa Itri Efendi , ve 200 TL’de ise Yunus Emre bulunmaktadır. Maalesef bu isimler tanınmamaktadır. Yunus Emre tanınır ise de onunda konulan temsili resmi halk tarafından pek bilinmemektedir.Bilim adamlarımız maalesef çok meşhur değildir , Fatma Aliye Hanım çok okunan bir romancı değildir hatta okunuyor mu ? o bile meçhul.Itri Efendi önemli bir bestekardır ama o resmi gören kimse bu Itri’dir demez.

 

5 TL için paranın arka yüzüne bir siyasetçi konulacaksa bu merhum başvekillerden Adnan Menderes olmalıdır. Menderes’in parada olması Menderes’e bir vefadır da ayrıca.TBMM’nin vb figürleri de yer alabilir , başkentimiz Ankara konsepti ile  uygulanabilir.

 

10 TL için parada tarihi bir kişilik olacaksa bu konuda elimizde resmi de olan İstanbul fatihi , çağ açıp çağ kapatan ünlü sultanımız Fatih Sultan Mehmet olmalıdır.Bu şekilde bir para küçüklüğümde vardı. Fatih Sultan Mehmet’in resmini gören herkes tanır.Para’da İstanbul teması da işlenebilir en nihayetinde eski başkentimiz , en büyük şehrimiz , finans , ticaret ve kültür başkentimiz.Bu parada yine yeniden ibadete açılan Ayasofya Camii , Boğaziçi , Adalet Kulesi gibi figürlerde paraya yerleştirilebilir.

 

20 TL için illa bir kadın olmasını düşünüyorsak Nene Hatun’u koyalım.Vatan için canını ortaya koyup beşikte bebeğini bırakıp cepheye giden bir kadın.Para da başörtülü bir kadın olmasından da çekinmeyelim onun başörtülü , yerel kıyafeti ve elinde bastonuyla çekilmiş fotoğrafı gayet idealdir.  Bu parada da bir kahramanlık , şehitlik konsepti işlenebilir , Çanakkale Abidesi ve benzeri figürlerde eklenebilir.

 

50 TL için Yunus Emre fotoğrafı pek tanınmadığından Yunus Emre’nin paradan çıkarılması içime sinmez ama yine eskiden böyle de bir para vardı  Hz.Mevlana tüm dünyada tanınıyor onun temsili resmini koyalım yine Selçuklu çift başlı kartalı gibi figürlerle  bir Selçuklu Konsepti yapılabilir.

 

100 TL için Aşık Veysel’i koyalım , bu halk sanatçımızın sazıyla yine etrafta koyunlar ve Anadolu ve Sivas’a has endemik bir tür olan Kangal köpeğimizin figürleri de bu parada görülebilir.

 

200 TL için ise ünlü sporcumuz Naim Süleymanoğlu olabilir spor konsepti yapılabilir yine Kırpınar’dan figürler olabilir. Naim Süleymanoğlu herkesçe bilinen birisidir. Hatta banknotlar değişmeden 200 TL’den yukarı bir yeni banknot çıkacaksa da bu banknotta Naim Süleymanoğlu yer almalıdır.

 

İlla kişi olması gerekmiyorsa Piri Reis haritası güzel bir figürdü.Ayasofya Camii , İzmir Saat Kulesi , Van Gölü haritası ,Selçuklu Kartalı , Ahlat ,  Diyarbakır Surları gibi figürlere de yer verilebilir.

 

Benimki bir zihin egzersizi ve teklif sadece paramızda değişiklikler planlıyorsak çok daha güzel tasarımlar , renkler ve boyutlarla yapalım , madeni para tasarımlarımızda daha işçilikli olsun. 22.01.2021

 

Mehmet Emin Başalp

 

 

AŞI VE SİYASET

aşı

2020 yılında dünyayı kasıp kavuran koronavirüs salgını sonucu ülkemizde de aşılama çalışmaları başladı. Fakat bu aşılama faaliyetine ilişkin yürütülen siyasetin artık iyiniyetten uzak olduğunu düşünüyorum. Konuları çok uzatmadan kısa kısa yazacağım.

 

Eğer bu virüs doğal değilse ki büyük bir ihtimal olarak doğal olmadığı izlenimi ediniyorum tamamen kişisel yoksa bilimsel veriye dayanmıyorum bunu bir çok kez ifade ettim bu virüs ile amaçlanan şey ancak siyasi değişiklikler olabilir. Nitekim dünyada meydana gelen ekonomik daralmalar ve değişimler ile toplumların yaşadıkları sıkıntılar ile mevcut hükümetlerine karşı tepkisel anlamda artışlar olması bana göre bunu göstermektedir.

 

Fakat bir kısım yazar , çizer yahut komplocu diyebileceğimiz tipler bu virüs salgını başladıktan itibaren ısrarla aşı konusunu gündemde tutmakta ve bulundukları zaviyeden sert bir muhalefet ile ince bir siyaset yürütmektedirler.Halkın koronavirüs ile korkutulduğu iddiasında bulunup kendileri de taraftarlarına ve şüphe duyan insanlara karşı aşı korkusu yaymakta ve açıkça ifade etmeseler de hükümetleriniz size yalan söylüyor demektedirler. Neden bunu açıkça demiyorlar işte o yazımızın konusu eğer siyasetinizi yapacaksanız açıkça yapın.

 

Bilimsel olarak aşılar ile ilgili bir veri varsa buna herkes saygılıdır , aşının virüs salgınını durdurmayacağı yönünde itirazlar öne sürenleri de anlayabiliyorum , kişisel olarak aşı olmak istemeyenlere de saygımız sonsuzdur.

 

Fakat bazılarının yaptığı kendi kişisel anlayış ve belki hazımsızlıklarını aşı üzerinden siyaset üretmek suretiyle yıpratma ve halkı bilemedir.

 

Kemal Özer aşı karşıtlığında bunların başında gelmektedir aşıların zararlı olduğunu iddia etmektedir.Siyasetten ziyade aşı karşıtlığı üzerinde duruyor hakkını yemeyelim. Sadece koronavirüs aşısını değil tümden aşılamayı reddetmekte ve fakat buna ilişkin herhangi bir bilimsel veri öne sürmemektedir. Aşı konusu bu konunun uzmanlarının konusu olup okunmak amacıyla insanların zor bir süreçten geçtiği zamanda sansasyonel açıklamalar yapmanın hiç kimseye faydası yoktur .Bu bakış açısı da bir korku yaymaktadır.

 

Aşı konusunda daha ipe sapa gelmez iddiaları ise Abdurrahman Dilipak öne sürmektedir. Bulunduğu medya grubun yaptığı yayın ve yazıların hükümeti ne derece zora soktuğu herkesce malum yaptığı açıklamalara tepki verildiği malum. Aşı konusunda acaba bu kadar muhalefet yürütmesinin kişisel hesaplaşması ile bir ilgisi mi var mı ? insan düşünmeden edemiyor hiçbir veriye dayanmadan söz konusu aşının aşı olmadığı , içeriğinde ne olduğunun açıklanması gerektiği gibi iddialarda bulunuyor.Bir ülkenin Sağlık Bakanlığı acaba o ülkenin vatandaşlarının ne kadar kötülüğünü isteyebilir ,iddiaları görünce esas demek istediğinin bakanlık hiçbir inceleme yapmıyor , bir şey bilmiyor , aşı diye millete zararlı bir sıvıyı enjekte ediyor demek istiyor.Sayın Dilipak bunu hükümete karşı açık açık diyin , isterseniz suç duyusunda bulunun , isterseniz siyaset yapın neden muğlak iddialarla yıpratma siyaseti izliyorsunuz. Hülasa ben şimdiye kadar Dilipak’ın fikirlerinin doğru çıktığını ve insanları doğru yönlendirdiğini , senelerdir kendisini takip ederim görmedim onun için vatandaşlarımız kaale almamalı diye düşünüyorum.

 

Bu kitleye son zamanlarda İstanbul Sözleşmesi itirazları ile tanıdığımız Sema Maraşlı’da eklendi.Sema Hanım’ın haklı itirazları son zamanlarda fevri çıkışlarıyla zedeleniyor onunda acaba kişisel tepkilerini aşı üzerinden gösterdiği şeklinde bir intiba oluşabilir.Sağlık çalışanlarımız var güçleriyle çalışırken , Sağlık Bakanı’nı da etiketleyerek bir tweet üzerinde hastaneler boşmuş kim doğru söylüyor diye soru sorması açıkça yaralayıcıdır. Bu kadar sağlık çalışanını bir kere takdir etmeden tenkit etmeye niye bu merak.Bu bir haklı eleştiri mi , hekimleri üzen , yoran ve hasta yakınlarını dahi sinirlendirecek bir açıklama mı ?

 

Bingür Sönmez adlı profesörde aşı savunma adına aslında aynı siyasete hizmet etmektedir. Yaptığı sert çıkışlarla hükümeti yıpratmak istemektedir. Nitekim yine Sema Hanım Bingürsönmeztutuklansın adlı bir etikete insanları aşıya zorlamak diktatörlüktür diye yazıyor şimdi ülkede bir aşı zorunluluğu mu var  ? yok. Kim aşıya zorluyor ? yok.  Kim diktatör ? muğlak okuyunca belki akla hemen bir siyasi mi gelsin istiyor acaba diye düşünüyor insan , Cumhurbaşkanımıza karşı muhalefet senelerdir diktatör demekteyken aşı konusunda diktatörlük geçen bir ifadeyi kullanmak benim açımdan şuursuzluk. Bingür Sönzmeze tepki göstercekse eğer bu ifade neden bu twette geçiyor. Hükümeti beğenmiyor , sağlık bakanını suçluyorsa açıkça ifade eder ve istiyorsa siyasetini aleni şekilde yapar. Neden yıpratma siyaseti izlediğini ise artık kamuoyuna bence izah etmeli.

 

Kovit diye bir hastalığın olmadığı , abartıldığı gibi iddialarda genelde komplolara meraklı insanların sosyal medyada büyüttükleri bir algı ülkemizin kıymetli hekimleri aşı olduk diyor sosyal medyada altında türlü hakaret .Bu konuda Prof.Dr.Nevzat Tarhan’a karşı yapılan bu yorumlar beni de şaşırttı.Bu artık algıdan ziyade halkı bir takım şeylere karşı inandırma amacı günden iyiniyetten yoksun ve genelde aynı yerden beslenen bilgi kirliliğinden başka bir şey değil. Alev Alatlı’ya karşı hakaretler de aynı minvalde. Aşı olmak istemiyor olabilirsiniz ama aşı karşıtlığı misyonerliği ve halkı hükümete karşı kışkırtmak ise bir siyasettir buna karşı tepki verilmesi de son derece normaldir.

 

Ülkemizde sol kesimde hükümete itibari azaltmak için güvensiz bir aşının alındığı şeklinde algı oluşturmaktadır. Bir çok hekim ifade etmektedir ki bu şirketten ülkemiz başkaca aşılar almakta ve kullanmaktadır. Bu konuda da bazı gazeteciler Fatih Altaylı gibi başı çekmektedir. Bir aşı güvenli mi , yoksa güvensiz mi ? vatandaşlar olarak hükümete güvenemeyeceksek kime güveneceğiz.Diyelim bu aşılar güvensiz , bakanlık fahiş bir hata yaptı veya kasten yaptı bunu yapabilecek insanların ülkeye her türlü zararı verebileceğine de inanmak gerekir. Acaba halkta böyle bir şüphe mi uyansın istiyorlar.

 

İnsanların farklı siyasi görüşleri ve farklı siyasi tercihleri olabilir fakat siyaset açıkça yapılmalıdır. Yıpratma siyaseti demek istediğini açıkça demeyip demiş gibi anlamlara getirmek suretiyle yapılmamalıdır. Bu gerçekten zarar vericidir.

 

İnsanlar neredeyse bir yıldır akrabalarını , komşularını görmüyor , esnaf zor şartlarda çalışıyor. Hekimlerimiz yoruldu. Çocuklarımız eğitimlerini yeterince alamıyor ve fırsat eşitliği zedeleniyor. Yaşanan bunca zorluğa rağmen , ülkemizde ücretsiz aşılama çalışmaları yapılmasına aşı dahi olmayacak bile olsa hiç olmazsa bir kere takdir edilmeden bu kadar vurmak , bu kadar eleştirmek insafa sığar mı ? Sığmaz benim vicdanım elvermiyor.Allah sayın cumhurbaşkanımızdan , sağlık bakanımızdan , yetkililerden , var gücüyle çalışan hekimlerden , tedbirlere uyup sabreden halkımızdan bir değil bin kez razı olsun. Allah bizi bu gaileden bir an evvel kurtarsın.Amin.18.01.2021

 

Mehmet Emin Başalp